Pazartesi

Boynuzlu Musa ve Gök Tanrısı

Boynuzlu Musa ve Gök Tanrısı arasındaki ilişki bize ezoterik geleneğin sürekliliğini kanıtlar niteliktedir. Boynuzun ezoterik sırrı ve gök tanrısı arketipi binlerce yıldır insanlığın eylemlerine ve yollarına rehberlik etmiştir. Ezoterik gelenekteki arketipler isim, din, kültür, coğrafik alan değiştirseler bile evrensel bazda aynı bilgeliği sunmaktadırlar.

 gök tanrısı

Geçtiğimiz günlerde çarşıda dolanırken, muhteşem bir Zeus heykeli gördüm. Sakalları ve saçındaki dalgalar, iri yarı kaslı yapısı, gözlerindeki sertlik, tamamen Zeus’u yansıtıyordu. Ama almak için incelediğimde ellerinde taş tabletleri gördüm ve bunun Musa heykeli olduğunu anladım. Peki Musa ve Zeus’un görüntüsünün bu kadar benzer olması tesadüf müydü?
Her ne kadar ikisi farklı kökten gibi gözükse de aslında ikisi arasında ciddi bir benzerlik söz konusudur. Bu mitolojik unsurun inançta yer alması olarak yorumlanabileceği gibi, Yunan ve Latin sanatının Antik Yunan mitlerinden yararlanarak Musa peygambere şekil vermesi olarak da yorumlanabilir. Haliyle Musa heykeli ve görselleri aslında Zeus’un bir formudur. Hatta antik Yunan çizimlerinde Zeus, koç boynuzlarıyla resmedilirken, Michelangelo’nun yaptığı Musa heykelinde de benzer boynuzları görürüz ve bu heykel de buram buram Zeus’u anımsatmaktadır (Yüzündeki öfke, vücut yapısı ve boynuzları dahil tüm detaylar ortaktır.) Elbette Michelangelo’dan önceleri de Musa boynuzlu olarak resmedilmiş ve yorumlanmıştır.
Michelangelo'nun Boynuzlu Musa Heykeli
Michelangelo’nun Boynuzlu Musa Heykeli
Michelangelo’nun yaptığı dahil birçok Musa heykelinde boynuzlar olmasını Tevrat’ın yanlış çevirisinden kaynaklandığını düşünür.
“Ve Musa daha sonra Sina Dağı’ndan iki antlaşma tabletiyle indi. Lord ile konuştuğu için yüzünün “boynuzlu” olduğunu bilmiyordu. Ve Harun ve İsrail’in çocukları Musa’nın boynuzlu suratını görünce, yanına yaklaşmaya korktular (Mısırdan Çıkış 34:29-30)
Buradaki boynuz kelimesini (İbranice “qaran”) daha sonra “ışıldayan” olarak çevirmişler ve tamamen anlamı değiştirmişlerdir. Aslında ortada yanlış çeviri yoktur. Çünkü “qaran” kelimesinin İbranice’de asıl anlamı “koç boynuzu”, “güç sembolü” veya “Tanrı’nın gücünü temsilen altardaki çıkıntılar”’dır. Kısacası ayetin orijinal anlamında bir hata olmasa da zamanla bunun hatalı bir çeviri olduğu düşündürtülmüştür. “qaran” kelimesi ile Kuran’da geçen “karn” kelimesi ortaktır ve ikisi de boynuz demektir. Boynuzlar veya çift boynuz manasına gelen “karneyn” kelimesini, Kuran’da “zülkarneyn” olarak görüyoruz.
Yine de ışıldayan olarak kabul edip, alnındaki ışık parlaması olduğu düşünüldüğünde bile çizimlerde bu ışıldama iki boynuz olarak resmedilmiştir. Bu da bir şekilde altındaki anlamın açıklığını vermektir.
Boynuz sembolizmi insanlık tarihi kadar eskidir ve ezoterik gelenekte çok büyük öneme sahiptir. Boynuz, otorite, güç, uzun yaşam ve özellikle saf eril enerjinin sembolüdür. Boğa kültü olarak kadim zamanlarda gördüğümüz boynuz sembolü, tarih boyunca eril tanrısallıkla özdeşleşmiştir. Çoğu boynuzlugiller türünde sadece erkeklerin boynuzlarının olması, dişilerin olmaması bunun eril sembol olarak kullanılmasına neden olmuştur. Boynuz, hayvanın hayatta kalması ve dişisini etkilemesi için önemlidir. Bunun yanında boynuza sahip olan dişi hayvan türleri ise kadim sembolizmde boynuzlu tanrıça motifi olarak karşımıza çıkmıştır. Ama bu ayrı bir araştırma konusudur.
Konumuza dönersek; Peki, Musa ile Yıldırım tanrısı arasındaki benzerlik sadece bu mu? Tabi ki hayır… Musa, on emirden bahsederken Tanrı’nın sesi gök gürültüsü olarak duymuş ve şimşekler çakmaya başlamıştır; İşte bu Tanrı’nın işaretleridir;
“Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak Musa’ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim.” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz” “(Mısır’dan Çıkış 20-18-19)
Şimşekler yollayan, gök gürültüsü şeklinde konuşan, öfkeli veya sert mizaçlı bir Tanrı ve Tanrı’nın gücünü temsilen boynuz takan bir elçi, hem de dalgalı sakallarıyla… Zeus dâhil birçok Gök Tanrısının sert mizaçlı olduğunu ve şimşeklerle temsil edilip, koç boynuzlarıyla gücünün sembolize edildiğini söylememize gerek yok sanırım. Göksel ve eril tanrısal iradenin sembollerinin hepsini burada görmekteyiz.
Boynuzlu Zeus
Boynuzlu Zeus
Her ne kadar Zeus üzerinden bunları aktarsak da aslında burada kastedilen eski pagan gök tanrısı motifidir ve ilginç bir şekilde Tevrat’ta Tanrı için kullanılan bir diğer kelime “EL”’dir. El, pagan Kenan dinlerinde en büyük tanrıdır ve tüm tanrıların yöneticisi olarak geçer. Ugarit’te bulunan kil tabletlerde El, tüm insanların ve yaratıkların babası ve Tanrıça Asherash’ın kocası olarak geçen bir yıldırım ve gök tanrısıdır. Zeus ile birebir aynı arketip olan El, tüm tanrıların gücünü kendinde barındırır. Çölün, yıldırımınların tanrısıdır ve boynuzlu hayvanlar onun kutsal hayvanıdır. Hatta EL, iki adet boynuzla resmedilmiş ve heykelleri yapılmıştır.
El kelime anlamı olarak ilah demektir ve Ugarit dilinde karşımıza çıkmıştır. Ve tüm semitik dillerde (Aramice, İbranice ve Arapça) aynı kelime karşımıza çıkmaktadır. Gök tanrıları (Zeus, El veya başka isim) aynı zamanda insanlığa adaleti veren ve kurallar ile dini emirlerden de sorumlu tanrı olarak inanılmaktadır. Hatta kızdıklarında yıldırımlarını yollayarak gazap verebilirler veya insanları cezalandırabilirler eski inançlarda.
Canaanite_God_El
El isminin kullanılmasından daha da ilginci,Eski ahitte geçen El Elyon ismidir.
Tanrı’nın (Elohim’in) kayaları olduğunu ve yüksekteki (Yüksek) Tanrı’nın (El Elyon) kurtarıcıları olduğunu anımsıyorlardı. Mezmurlar 78:35
El Elyon ismi en yüksekteki Tanrı (El), yüksek Tanrı manasına gelmektedir. Genesis (Yaratılış) 14:18-20 ayetlerinde de yüksekteki Tanrı anlamında kullanılmıştır. Bu aynı zamanda ‘tepedeki tanrı” veya daha net bir ifadeyle “göklerdeki tanrı” manasına gelmektedir. Bu tabir Hristiyanların meşhur ilahisidir aynı zamanda (Göklerdeki babamız). Her ne kadar ifade açık olsa da, ilginç bir şekilde aynı terim yani El Elyon, pagan ugarit tabletlerinde de geçmektedir.

Bu basit karşılaştırma bize antik mitlerden İbrahimi dinlere kadar uzanan evrensel ezoterik arketipleri ve sembolizmi göstermektedir. Boynuzun ezoterik sırrı ve gök tanrısı arketipi binlerce yıldır insanlığın eylemlerine ve yollarına rehberlik etmiştir. Ezoterik gelenekteki arketipler isim, din, kültür, coğrafik alan değiştirseler bile evrensel bazda aynı bilgeliği sunmaktadırlar. Gök, hem sunduğu güneş, hava ve bereketi ile şefkatli bir baba, hem de yıldırımları, fırtınaları ve sert koşullarıyla sert ve otoriter bir kral olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu arketip bize hem insan doğasının içindeki göksel enerjiyi hem de her insanın (kadın veya erkek fark etmez) içindeki eril enerjinin göksel doğasına dair ipucu vermektedir. Bu arketipleri incelemek, keşfetmek ve irdelemek, bizlere kendimizi bilme yolunda rehberlik etmektedir.

Diktatörlüğe ve Baskıcı Rejime Ruhsal Bir Bakış – Kaotik Bilincin Doğası

Baskıcı ve gerici bilinç binlerce yıldır var olan kaotik bir bilincin yansıması aslında. Tarih boyunca hakikati savunanları yok eden ve insanları birbirine kırdıran bir bilinç bu. Ve bizler ülke olarak onun şifa sürecindeyiz.
diktatörlük-baskıcı rejim-indigodergisi
Bahsedilen bu kaotik bilincin bu topraklarda ve bu toprakların yanı sıra Ortadoğu’da açığa çıkması elbette bir tesadüf değil. Dış ülkelerin bu taraf üzerine oynadığı oyunlar dışında bu topraklarda var olan bu durum, yüzlerce yıldır Osmanlı’nın yarattığı kölelik bilincinin travmasıdır. Padişahın “kullarım” dediği resmi veya resmi olmayan köle konumundaki halk, yüzlerce yıldır konuşamadı, her denileni yaptı ve padişahı zorla sevdi. Bu süre zarfında bu topraklarda yaratılmış olan kolektif bilinç, şimdi kendini diktatöre karşı sempati olarak gösteriyor. Kısacası eski olan travmanın ve bilinçsel sorunun açığa çıkmış hali… Bu yüzden başbakanın kendini padişah görmesi, insanların ona kul köle olması, yalakalık yaparak üst makamlara çıkma gayretleri tesadüf değil, Osmanlı döneminden ve önceki krallık dönemlerinden kalma bir travmadır.
Kölelik bilinci, bu bahsettiğimiz kaotik bilinci bir kolu ve destekleyicisidir sadece…
Bu bilinç binlerce yıldır var olan bir bilincin yansıması aslında, onun şifa sürecindeyiz. Hitler kimliği olarak ortaya çıkan bilinç, zencileri köle eden ve sadece derisi farklı olduğu için işkencelere mazur bırakan, cadıları ve paganları yakan ve binlerce masum insana işkence eden Engizisyon olarak ortaya çıkan bilinç, Şemsi, Mansur’u nice dervişi katleden, Madımak’ta diri diri aşukları yakan, Hypatia’yI antik İskenderiye’de zalimce katleden, Galileo’yu dünya yuvarlık değil diye ikna etmeye çalışan ve idamla tehdit eden, bir okültist, rahip ve filozof olan Giordano Bruno’yu Güneş merkezli sistemi ve evrenin genişliğini savunduğu için sapkın ilan edip yakan yine aynı bilinçtir. Şimdi de başka bir formda, daha modern ama aynı katılıkta karşımıza çıkıyor.
Slavery
O zamandan bu zamana bu bilinç Dünya üzerinde tekerrür etti ve çok az özgürlükçü insan buna karşı durabildi. Tarih boyunca bütün bu katliamlar olurken, sadece azınlık “hayır” diyebilmişti. Halk engizisyonu destekliyordu, Şems’in ve Mansur’un katliamlarını onaylıyordu, Hypatia idam edilirken halk “cadı” diye lanetliyor ve çeşitli küfürlerle slogan atıyordu. Madımakta bir bağnaz güruh vardı yanışı salyalarla izleyen. Kısacası belli bir çoğunluk bu köleleştiren bilinci “kutsal” kabul ediyordu ve kölelik bilinci içinde özgürlüğünden vazgeçiyordu.  Çünkü bu aynı zamanda sorumluluğu kabul etmeme, sorumluluktan kaçma dürtüsünü de tatmin ediyordu.
Her çağ bu bilinci kırmaya çalıştı. Şimdi Türkiye başta olmak üzere Dünya’nın çeşitli yerlerinde bu bilinç kendini başbakanlar, bakanlar, ekonomi gücünü elinde tutanlar veya yüksek siyasi kimlikler olarak açığa çıkarıyor. Bütün bu direniş ise bu bilincin şifalanması üzerine kurulur.
İlginç bir şekilde, bu kaotik bilinç her daim “ışık” ve “din” üzerinden kötülüğünü yamıştır. Bunu yapan öncesinde kiliseydi, halkın “kutsal” zannetiği bir topluluk, Madımak’ı yakanlar kendini “dindar” zaten bir kesimdi. Haliyle “adalet” ismini ve “ışık” sembolünü partisinin sembolleri olarak kullanan bir parti üzerinden bu bilincin açığa çıkması da tesadüfü değildir.  Hiçbir zaman şeytan kendini şeytan olarak göstermez. Zalimliği ve kutsal olmayan düşüncelerini “kutsalmış” gibi göstererek gelir, adaletsizliği “adalet” ismi üzerinden getirir,  kaosu “ışık” sembolü üzerinden yayar, cahilliği “bilgiymiş” gibi anlatır, haksızlığı ve köleliği sözde “hak” üzerinden geçerli kılar. Kısacası yaymak ve yapmak istediği her neyse, onun tam tersi bir olgu ile göz yanıltarak, insanları kandırarak gelir bu bilinç. Ezoterik gelenekte metaforik olarak söylendiği gibi ; “Şeytan hiçbir zaman kendini şeytan olarak göstermez, gerçek yüzünün tam tersi bir maskeyle gelir.”
18ixemnc7at2vjpg
Şu anda ülkemiz belki de en zor sınavı veriyor. Çünkü karşıda olan şey öldürülebileceği, katledebileceği bedensel bir düşman değil, savaşarak kazanabileceği bir olgu değil. Karşıda olan şey çok eski kaotik bir bilinçtir. İnsanların ilk art niyetlerle oluşturmaya başladığı ve zamanla güçlendiği, kolektif bilinçaltında tabiri caizse dinamik bir bilinç halini alan bir bilinçtir. Bazı insanları bu bilincin sadece ataerkil bir bilincin yansıması olarak tanımlıyorlar. Ama bu doğru değildir. Bu kaotik bilinç hem eril hem dişildir. Eril bilincin şiddetini, vahşetini, baskıcılığını, dişi bilincin, sinsiliğini, yalanını, oyunbazlığını ve dini kullanma içgüdüsünü almıştır. Yani hem eril hem dişil enerjinin negatif özelliklerinin oluşumdan kaynaklanmaktır. Zaten bu kadar eski ve köklü bir kaotik bilinç olması da bu yüzdendir.
Bu bilinç ile mücadele etmek zor ve korkutucudur. Çünkü bu bilinç kendini öfke ile gazap ile ve ayrıştırıcılık ile açığa çıkarır. Bundan güç alır. Siz bu enerjileri destekledikçe bu bilinç güçlenir. İlk olarak dindar ve dindar olmayan, inanan ve inanmayan diye yaftalar. Böylelikle dinin dizginlerini eline almış olur. Eğer siz bu ayrıştırmaya katılırsanız, siz de bu bilinci destekler duruma gelirsiniz.
09b1b379-bf6f-4383-9191-56960a9a2403
Bu bilinci zayıflatan ise karşıt olumlu duygulardır yani sevgi, neşe, birleştiricilik, birlik, özgürlük hisleridir. Bu yüzden Gezi direnişi mevcut sistem için çok sarsıcı olmuş ve hükumetin iktidarda olduğu süre zarfında verdiği en zorlu sınav haline gelmiştir. Çünkü beslendiği bilinci zayıflatan bir karşı bilinç ile karşılaşmıştır. Bu kaotik bilinçle savaşan bir diğer kaotik bilinç olan cemaatin tutumu ise yeterli verimi elde edememiştir. Kasetler, şantajlar, kirli oyunlar ve çeşitli eylemler gösteren cemaatin başarılı olamaması bu bilinci kırmanın yolunun buradan geçmediğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bilincin farkına varınca burada suçlu herhangi bir başbakanın veya bakanın ya da cumhurbaşkanının dünyevi kimliği değildir, onu yargılamak doğru değildir. Bunun yanı sıra o bilincin altında kendi bilincinden vazgeçen kesimde de herhangi bir suç yoktur ve o kesimi yargılamakta doğru olmayacaktır. Tek yapılması gereken bu kimliğin arkasındaki şer ve kaotik bilinci, özgürlüğü kısıtlayan, köleleştiren bilinci fark etmek ve bunu şifalandırmak, sevgi, barış ve dua ile bunu dönüştürmektedir. Şimdi, eski çağlara göre çok daha fazla kişi uyanışta, çok daha fazla kişi bu şer bilincin karşısında tüm kalbiyle duruyor, çok daha fazla kişi el ele tutuşup ölümden korkmadan “hayır” diyebiliyor. Bu, içinde bulunduğumuz çağın, en büyük bilinç şifasının gerçekleştiğini bizlere gösteriyor.
Mum, ışığını paylaşmakla ışığından bir şey kaybetmez. Bize düşen ışığımızı paylaşmak ve en saf ve barışçıl enerjimizle mevcut sistemin değişimine katkıda bulunmak ve bunu yaparken dışarıda olan her şeyin iç dünyamızda olanın yansıması olduğunu unutmadan, öncelikle kendimizi değiştirmekten başlamaktır. Öte yandan tüm ruhsal insanların, sevgi ve şifa ile barış ritüelleriyle bu bilinci dönüştürmesi yapmamız gereken diğer unsurlardan biridir.

Patiköy Gönüllüleri ile Terk Edilmiş Köpekler için Kurtköy Ormanlık Alanı Projesi

2500′e yakın köpeğin Kurtköy Ormanlık Alanlarında açlığa ve hastalığa terk edildiğini biliyor muydunuz?  

patiköy gönüllüleri-indigodergisi
Patiköy Gönüllüleri Kurtköy Ormanlık Alanlarında ki canlıların, özellikle ormana atılmış, terk edilmiş köpeklerin yaşam mücadelelerine destek olmak için yola çıktılar. Onlara sevgiyle ve emekle göz kulak olmaya çalışıyorlar.
Şimdi lütfen tüm insani koşuşturmamızı ve tasamızı bir kenara bırakalım ve ilahi yol göstericimiz olan vicdanımızla  onları dinleyelim; köpeklerin dili olan bu yüce gönüllü yardımseverleri dinleyelim.
10309052_626522234092198_1872249436475796839_n
Patiköy Gönüllerini temsilen Avukat Ece T. Gündoğdu’ya, projelerini ve Kurtköy ormanlık alanını sordum ve o da tüm içtenliğiyle cevapladı. Köpeklerin çektikleri çileler, gönüllerin zorlukları ve ihtiyaç olan desteği paylaştı.

Röportaj: Efe Elmas

Öncelikle kendinizden bahseder misiniz, nasıl böyle bir projeye başlamak aklınıza geldi?
Aslında böyle bir proje hep vardı. Ben kendi adıma böyle bir oluşuma dâhil değildim ancak sahipsiz hayvanlar için canla başla çalışan binlerce insan hep vardı. Ama genellikle hep insanı depresyona iten hüzünlü hikâyeler görüyordum. Bu nedenle bu tür konulardan –birçok insan gibi- kendi iç dengem yüzünden kendimi uzak tutmaya çalışıyordum.
Geçen yılbaşına doğru bir konser etkinliği düzenlendi. Konsere girmek isteyenler, ister bir avuç ister 100 kilo mama getirecekti yanlarında. Hukukçu olduğum için organizasyonu yapan kişilere yardımım dokunabileceğini düşünerek onlarla iletişime geçtim. İyi ki iletişime geçmişim orada birçok değerli dostla karşılaştım. İnsanların bu kadar fedakâr şekilde kendilerini evsiz canlara adadığını yakından görmüş oldum. Ayrıca bu sayede hayatımda ilk defa orman besleme gruplarından biriyle beslemeye katıldım. Ve gerisi geldi zaten… Şule Paçalı ve ailesi de orman beslemesinde tanıştığım, bütün bir aile olarak fedakârca zamanlarını, emeklerini bu canlara ayıran değerli insanlardan. 2-3 senedir çeşitli yerlerde sessiz sedasız şekilde besleme, sahiplendirme yapıyorlar. Birbirimizi tanıdıktan sonra ortak yaşadığımız bazı sıkıntılar sonucu verimli şekilde kendimizi sadece ormandaki canlara adayabilmek adına bazı dostlarımızla birlikte bu grubu kurduk…
Ormanda gördüğümüz köpeklerin o içler acısı hali ve kendilerine uzanan en küçük ele bile ihtiyaç duymaları ve üstelik aslında bu kötü durumlarına rağmen hala kendilerince bir neşeye sahip olmaları bizleri çok etkiledi. Hepsinin farklı bir karakteri var ve çoğunluğu bizi gördüğünde çocuk gibi neşeli…
Bu nedenle sorunun değil, çözümün bir parçası olmak adına “artık ağlamak ve ağlatmak yok” kararı alıp insanlara onları tam olarak göstermek istedik.
Çünkü insanlar üzerine gitmeleri ve yok etmeleri gerekirken, üzüntülerden kaçıyorlar. Ormandaki canların resimlerini gördüklerindeki üzüntü onların ormana gelme isteğini kaçırıyor. Oysa her ziyaret sonrasında boğazımızda bir düğüm olmasına rağmen yüzümüzde çoğunlukla bir gülümseme ile ayrılıyoruz oradan biz. Çünkü ölümler olduğu kadar, doğumlar da var. Terk edilişler olduğu kadar, sahiplendirilenler de var. Ve olumsuz ruh hali sadece olumsuzluğu çeker. Bu nedenle bardağın dolu tarafını seçtik… Ve insanlara da bu dolu tarafı gösterip, verimlerini düşürmemelerini sağlamaya çalıştık. Şu komik baloncuklar da oradan türedi zaten…
Yaşamın kutsal olduğuna inanıyoruz ve tüm canlıların insan tarafından sömürülmeden, hor görülmeden ve ezilmeden hak ettikleri şekilde hür ve mutlu şekilde yaşamaları gerektiğine…
10295688_619290668148688_5753892838256423998_n
Gerçekten harika. Büyük bir değişimin başlangıcı aslında… Kısaca projenizden ve temel amacından bahseder misiniz? Neler yapıyorsunuz orada?
Projemizin temel amacı aslında bin yıllardır katlettiğimiz doğaya bir şekilde elimizden geldiğince borcumuzu ödemek… Yaşamın kutsal olduğuna inanıyoruz ve tüm canlıların insan tarafından sömürülmeden, hor görülmeden ve ezilmeden hak ettikleri şekilde hür ve mutlu şekilde yaşamaları gerektiğine… Hür derken, doğal yaşamdaki gibi açlıkla birlikte gelen hürlükten değil, sevgi ve güven karşısında hissedilen hürlükten bahsediyorum…
Şu anda elbette ilk hedefimiz Kurtköy ormanlık arazilerine atılan, terk edilen, burada yaşamaya mahkûm edilen canların sağlıklı bir şekilde yaşamlarına devam edebilmelerini sağlamak ve onların bir gün daha yaşama tutunabilmeleri için su – yemek – temizlik ihtiyaçlarını gidermek ve en önemlisi elimizden geldiğince onları sahiplendirerek yaşadıkları bu eziyetten kurtarmak. Bu nedenle her Cumartesi günü buluşup ormanda belirli bölgelere gidiyoruz. Orada kene ayıklamak, pansuman yapmak, gözlere merhem sürmek gibi canlarımızın sağlıklarına yönelik çalışmalar yürütürken bir yandan yaşadıkları alanları, yuvalarını temizliyor, daha önce yapılmış olan yuvalarında eskimiş brandalarını yenileyip üzerine kartonlar sererek rahat şekilde yaşamalarını sağlamaya çalışıyoruz. Bunun yanı sıra çoğunlukla yemek artıklarını toplayarak, onlara kuru ve yaş mama alarak bazen de yakın dostlarımızın gönderdiği kuru mamaları dağıtarak onların karınlarını doyuruyor, yosun içinde kalan su yalaklarını temizleyip taze su ile dolduruyoruz. Yani anlayacağınız ormanda bir kenara itilmiş bu canları bir gün daha fazla yaşatmak için elimizden ne geliyorsa onu yapıyoruz. Ama bunlar yeterli değil. Gönül isterdi ki tüm köpeklerimizi kısırlaştırabilelim, tüm canlarımıza yuva bulabilelim ve o ormanı sahipsiz hayvanlara cehennem olmaktan kurtaralım. Ama maalesef şimdilik elimizden gelenler bu kadar.
Hasta olduğu için yemek yemeyen, sadece ölümü bekleyen bir köpek.
Hasta olduğu için yemek yemeyen, sadece ölümü bekleyen bir köpek.
Çok önemli çalışmalar aslında. Ama insan bu dostlarımızın haline ister istemez üzülüyor. Yüzlerce yıldır sadık dostumuz olan köpeklere bu zulüm neden yapılıyor, modern yaşam mı yoksa burada hatalı olan belediyelerin yaklaşımı mı?
Bunun oldukça uzun bir geçmişi var aslında. Öncelikle insanlarımız köpeklerden korkuyor ve varlıklarından rahatsız oluyor. Bence bu korkunun temelinde çoğunlukla bencillik var.
Birçok sokak köpeği mahallelerinden korkan bir komşu nedeniyle alınıp ortadan yok edilmiştir.
Bunun nedeni hayvanın yaşadığı mahalleyi korumak için gece havlamasından rahatsız olunması ya da korkusu nedeniyle aşırı hareketler yapan kişilerin peşinden gidip onların daha çok korkmalarına neden olmaları ya da en kötüsü “pis hayvan çocuklarımız onun yattığı yerlerde oynuyor” mantığıdır genellikle. İnsanlara şaşırıyorum GDO’lu ya da sağlıksız ürünleri çocuklarına yedirirken içirirken hiç sorun olmuyor ama bir köpek bir şekilde düşmanları oluveriyor. Bu tüm dünyanın kendisi için var olduğunu düşünen insan yapısıdır bana göre. Ve maalesef modernleşen dünyamız da bu kişisel bencilliği fazlasıyla destekliyor. Ama dünyamız modernleşmeden önce de bu sıkıntılar vardı. İnsanlar her ne kadar daha hoşgörülü bir yapıya sahip olmuşlarsa da, Osmanlılar döneminde Hayırsız Ada’ya atılan köpeklerin durumu birçok İstanbullu tarafından bilinir.
10305262_626534907424264_626241164065852796_n
Belediyeler konusuna değinecek olursak… Evet, benim düşünceme göre Belediyelerin hataları oldukça fazla. Ama Türkiye’de hangi kurum doğru çalışıyor diye durup düşünmek de gerekir. Gönül isterdi ki, Belediyelerimizin bütün canları alabilecek kapasitede büyük barınakları olsaydı ve burada tüm canlar sahiplendirilemese de ömürlerinin sonuna kadar kendi evlerinde gibi bakılabilseydi. O zaman gönüllü olarak barınaklara gider, oradaki köpeklere sevgi göstererek onların eksikliklerini gidermeye çalışırdık. Ancak maalesef çoğu yer sıkıntısı, bütçe sıkıntısı gibi nedenlerle köpekleri bir kapıdan alıp diğerinden bırakmak zorunda kalıyorlar. Öte yandan bazı dedikodulara göre hasta giren köpeklerin uyutulduğu da söyleniyor. Ancak ben kendim böyle bir duruma şahsen şahit olmadım. Kurtköy ormanlık alan ile ilgili olarak; birçok hasta köpek var ormanlık arazide. 24.05.2014 tarihli ziyaretimizde 4 bebek, 4 yetişkin köpeğimizin ölü bedenlerini topladık. İki bebeğimizin cesedi kurtlanmıştı. Bu nedenle ben belediye ekiplerinin her gün düzenli ve itinalı besleme yaptığına inanmıyorum. Sadece besleme yapmak da yetmez, yeni doğan bebeklerin hastalıktan kurtulmaları için ciddi bir temizliğe de ihtiyaç var. Yosun tutmuş suları temizlemek, kartonları değiştirmek vs… Bunları biz kendi gücümüzle zaten yapıyoruz. Bunlar için belediyeleri suçlamıyorum. Ama en azından ölüm kampı olarak adlandırdığımız bir bölge var. Buraya bir çare bulmaları gerekiyor. Artık o bölgeye yeni toprak mı atılır, hayvanlar oradan tahliye edilip ilaçlar mı dökülür bilemem ama belediyelerin uygulamaları yeterli olmadığı için gönüllüler var. Bunun da net şekilde bilinmesi gerekir.
Yaklaşık olarak kaç köpek var Kurtköy Ormanlık alanlarında?
İlk ormana gittiğimde 3000 -3500 civarında köpek vardı ormanda. Sonrasında ne oldu bilmiyorum ama köpeklerin sayısında kısa sürede epey bir düşüş yaşandı. Sürekli doğumlar ve ölümler oluyor. Bunun yanı sıra sahiplendirmeler de yapılıyor. Ama bir o kadar da yeni gelen köpekler görüyoruz ormanda… Şu anda tahmini olarak 2000 – 2500 civarı köpek bulunduğunu söyleyebilirim.
Aslında oldukça fazla bir sayı. Köpeklere yardım için kaç kişilik bir ekibiniz var?
İnternet üzerinde aslında Patiköy Gönüllüleri’ne yön veren bir 20-25 kişiyiz. Ancak çeşitli nedenlerden ötürü çoğu kişi ziyaretlerimize katılım gösteremiyor. En katılımın olmadığı günde 8-9 kişi oluyoruz ki zaten saydığım 20-25 kişilik grup içinde bu insanlar da. Bunun dışında Müge Cavcı ve eşi Mehmet Cavcı da kimsenin gitmediği – gidemediği günlerde ormana giderek sadece kendi çevrelerinden topladıkları bir araba dolusu mamayı canlarımıza verip durumlarını kontrol edip sularını tazeleyerek tüm ormana destek oluyor. Bunun dışında 01.06.2014’teki ziyaretimizde su probleminin yaşandığı ormana 4 adet su deposu sağlayan Çiğdem Kitis var. Ve bu su depolarını sürekli kullanılabilir hale getiren Hayrettin Yıldız. Bu isimler de grubumuzun içinde bizden desteklerini esirgemeyen dostlar. Ve tabii internet üzerinde mesajlarımızın daha çok kişiye ulaşması için çabalayan, burada ismini sayamayacağım kadar dost var.
Şule Paçalı tadilat yaparken.
Şule Paçalı tadilat yaparken.
Bu dostların yaptıkları gerçekten takdire şayan. Bu yürek daha fazla kişide olsaydı, şu an Dünya gerçekten muazzam bir yer olurdu Oraya gittiğinizde bir görev dağılımı var mı?
Genel olarak Cumartesi yapılan bir orman ziyaretinde hepimizin görevi belli. Baba Gafur Paçalı hayvanların mamalarını dökerken, Anne Hanife Paçalı ya yerlerdeki çöpleri toplamaya başlıyor ya da canlarımızın üzerindeki keneleri temizliyor. Ayşegül Paçalı aceleyle yuvaları ve etrafı kolaçan edip yaralı – cansız köpekleri tespit edip yaralı olanlara pansuman yapıyor. Hemşire olduğu için eli bizlerden çok daha yatkın ve bizim kadar paniklemiyor tabi. Şule Paçalı ise çoğunlukla yuvaları yenilemek, en ulaşılamayan yerdeki canları doyurmak ile meşgul oluyor. Leyla Şengölge Balköse ve Hıdır Koç bebeklerin sulandırılmış sütleri ve özellikle su ihtiyaçları üzerine çalışıyorlar. Tabii bu söylendiği kadar kolay bir iş değil. Defalarca suların doldurulması, kapların temizlenmesi, bebeklerin sulandırılmış az yağlı sütlerle doyurulması.Elbette bunlar girdiğimiz bölgelerin ihtiyaçlarına yönelik değişebilen, genel yapılan işler. Kim işini bitirirse diğerine yardıma koşuyor. Ben ise genelde çöp toplamak, su yalaklarının temizlenmesi gibi konuların yanı sıra kimin yardıma ihtiyacı varsa ona koşuyorum. Ümit Gündoğdu ise hem canlarımızın daha kolay yuvalanması hem de insanların kendilerini orada gibi hissetmeleri için fotoğrafları çekiyor (yani benim baloncuklarıma zemin hazırlıyor) bir yandan da ağır güç isteyen işlere koşuyor. Yanımızda gelen diğer dostlar da o anda kimin daha çok ihtiyacı var ise ona koşuyor. Böylece zamanı doğru kullanıp, verimli bir çalışma gerçekleştirip bir nebze kendimizi işe yaramış hissediyoruz. Tabii bir de hep birlikte ormanda sevgi ihtiyacını da karşılamak üzere canlarımıza sarılıyoruz ve onlara sevgimizi gösteriyoruz.
Henüz başaramadığımız ama canı gönülden yapmak istediğimiz bir çalışma da daha önce de söylediğim gibi kısırlaştırma çalışması. Bunun için bize yardımcı olabilecek kuruluşlarla görüşmeler halindeyiz. Bunu da yapabilirsek, gerçekten çalışmalarımız boşa gitmemiş olacak ve mutlu hissedeceğiz.
Peki bu çalışmalar yeterli oluyor mu?
Tam da ona gelecektim… Biz iğne ile kuyu kazmaya çalışıyoruz, elbette ki yetmiyor. İyi bir organizasyon ile ancak bazı hayalleri gerçekleştirebiliriz. Bunun için de elini taşın altına koyabilecek, gerçekten bu canlar için düşünüp fikir üretebilecek insanlara ihtiyacımız var. Yapmak istediğimiz sadece onları beslemek değil ki, bizler sadece elimizden geleni yapıyoruz. Daha iyisini ancak kalabalık bir ekip olduğumuzda başarabiliriz…
Dilerim zamanla hem ekip hem de destek artar. Ekibinize katılmak isteyenler ne şekilde sizimle iletişime geçebilir?
Son günlerde interneti epey aktif olarak kullanmaya başladık. İlk olarakwww.facebook.com/pativist isimli Facebook Sayfamızı açtık. Çoğunlukla buradan iletişime geçiyoruz insanlarla. İkinci adımımız blogumuzu açmaktı. Benim içimde hep bir uhdeydi bu canların hiçbir yere ait olmadan öylece ölüp gitmeleri. Arkalarında bize bıraktıkları anılar dışında hiçbir iz bırakmadan. Aslında ilk olarak bu nedenle açtık blogumuzu. Bir yandan da insanların köpek sahiplenmeyi düşündüklerinde o köpeğin huyu, suyu hakkında daha çok bilgi edinmek isteyeceklerini de düşündük. www.pativist.blogspot.com.tr de bu şekilde açıldı. Blog açarken bir de patikoygonulluleri@gmail.com adresimizi aldık. Son olarak da twitter ve instagram’da www.twitter.com/patikoylu ve www.instagram.com/patikoylu hesaplarını açtık. Bize bunların hiçbirinden ulaşamayanlar da her Cumartesi saat:10.00’da Okan Üniversitesi Kurtköy Kampüsü önünde bizi bulabilirler.
10298881_626546647423090_982227763386004754_n
Blogu inceledim ve bazı köpeklerin hikayelerini paylaşıp karakterleri açıklamışsınız. Bu gerçekten daha derin bir empati yapmayı sağlıyor. Bence köpekleri bir “ürünmüş” gibi satın almak yerine bu yerlerden sahiplenmek gerekiyor. Hikayelerini okuduğunuzda gerçekten o köpeği tanıyorsunuz ve insanın ruhuna dokunuyor. Ortama oldukça hakim olduğunuz ve köpekleri iyi tanıdığınız ortada.
Peki bu köpekleri sahiplenmek isteyen için nasıl bir protokol izleniyor?
Köpek sahiplendirmek oldukça zorlu bir iş. Hele ki sahiplendireceğiniz köpek ormanda epey eziyet çekmişse… Köpek sahiplenmek isteyen kişiden ilk istediğimiz gelip ormanda bu canları ziyaret etmeleri aslında. Bu sayede hem biz onları tanıma fırsatı yakalıyoruz hem de onlar sahiplenecekleri köpeğin geldiği ortamı görüp bir daha onun bu tür bir duruma düşmesini engeller diye umuyoruz. Sahiplendirme konusunda belirli yaş kriterlerimiz var. Daha çok 25 yaş üzerine sahiplendirmeyi uygun görüyoruz. Petshoplardan alınan köpeklerin düştüğü durum malum. Kimsenin heves uğruna ya da ailelerinden gizli şekilde canları sahiplenmesini istemediğimiz için bu konuda fazla titiziz. Ayrıca sözleşme ile sahiplendiriyoruz ve sahiplendirdiğimiz köpeklerin huzurlu evlerinde çekilmiş resimlerini istiyoruz. Bol bol sezgilerimize kulak veriyoruz yani. Ben en çok annelere köpek sahiplendirmeyi seviyorum.
1511351_626536724090749_4397541577654671305_n
Anne derken, bir kadının anne olması için illa çocuk sahibi olmasına gerek yok. O muhteşem şefkate sahip her kadın benim gözümde anne. :) Ve bu tür kimseler gerçekten sahiplendirdiğimiz köpeğin annesi haline geliyorlar.
Öte yandan ne kadar önlem alırsanız alın, bazen istenmeyen durumlarla karşılaşılabiliyor. Amacımız bunu en aza indirmek ve o canların mutlu yuvalara kavuşmasını sağlamak. Neyse ki Şule Paçalı ve ailesi bu konuda yaklaşık 3 senelik deneyime sahipler.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
İnsanlar olarak bizler, bu dünyayı cennete çevirebilme gücüne sahibiz aslında. Ama çoğu zaman görmezden geliyoruz ya da umursamıyoruz çevremizde olup bitenleri.Bu bizim insanlık olarak en büyük hatamız maalesef.
İstanbul’da yaşamıyor olabilirsiniz. Ama aç ve sefil bir şekilde yaşamak zorunda kalan canlar sadece Kurtköy ormanında yok. Tüm Türkiye’de sefalet içinde yaşamak zorunda kalan, eziyet gören, görmezden gelinen birçok canlı var. Özellikle hayvanlarla ilgili olarak yapabilecekleriniz çok basit şeyler. Artık yemeklerinizi poşetleyip çöpe atmayın, bunları buzdolabınızda biriktirip bu yemeklerinizi besleme yapan gruplara yönlendirin. 15 kg.lık bir paket kuru mama yaklaşık olarak 40 TL civarında bir fiyatla temin edilebiliyor. Her ay bir paket kuru mama alıp sokağınızdaki, çevrenizdeki canlara dağıtabilirsiniz ve vereceğiniz bir avuç mama bu canlar için ölümden kurtulmak anlamına gelebilir. Yine özellikle sıcak yaz günlerinde sokağınızda kedi ve köpeklerin ve hatta kuş ve diğer hayvanların içebileceği en azından bir kap su bulunmasına dikkat edin. Koyacağınız bir kap su sizi zengin ya da fakir etmez ancak bir canın hayatını kurtarır. Aynı şekilde evinize yeni aldığınız bir eşyanın kartonu, plastik kaplar, yoğurt kapları, 5-10 litrelik plastik su şişeleri belki sizin için önemli değil. Ama ormanlarda ve benzeri alanlarda besleme yapan insanlar için nimet niteliğinde. Lütfen size yakın olan bölgelerde besleme yapan insanlarla tanışın ve bu yardımlarınızla dahi bölgenizdeki hayvanlara yardımcı olabileceğinizi unutmayın. Bunun dışında bana göre herkes mutlaka en azından bir defa bu tür bir etkinliğe katılmalı. Herkes hayatında en az bir kere barınak ziyaretinde bulunmalı. Böylece çoğunluğu satılma amacıyla üretilen bu canların insanların hevesleri geçtikten sonra nasıl kenara atıldığının görülmesi gerekli. Lütfen başınızı çevirmeyin. Tam tersi gözlerinizi açıp, kimse tarafından görülmeyeni görün.
Bilgilendirmeler ve röportaj için çok teşekkürler. Umuyorum ki sizin projeniz hem İstanbul’da hem de diğer illerde ki insanlar için ilham olur ve hep birlikte bu canların acı içinde itilmeleri ve ölmeleri engellenir. Blogta ki hikayeleri herkesin kesinlikle okumasını tavsiye ediyorum. Şunu hatırlatmakta fayda var; Onlar bizim için binlerce yıl önce kurtlardan evrimleşti.Bize dost, yoldaş olmak için… İnsan türüyle birlikte büyüdüler, insan türüyle birlikte geliştiler ve birlikte yürüdüler. Peki şimdi onlara sırtımızı dönüp onları acı ve sefaletin eline mi bırakacağız? Ya da petshoplardan alıp kapitalist sistemin bir satış ürünü olarak mı algılayacağız? Onların tek ihtiyaçları sevgi, ilgi ve birazcık mama. Lütfen onlara destek olalım ve hayvan edineceksen petshoptan değil, bu tarz yerlerden edinelim.
Hayvan sevgisi, bir insanın tadabileceği en saf sevgidir. 
patiii
Sizde bir Pativist olmak istiyorsanız gerekli iletişim Adresleri;
Facebook: https://www.facebook.com/pativist

10273556_619285908149164_2030349141901067038_nBiyografiler: Ece Gündoğdu 

29.12.1980 İstanbul doğumlu, evli, Avukat. Eşi ve 5 yaşındaki köpeği ile birlikte İstanbul Göztepe’de yaşıyor. Son 6 aydır Kurtköy’de Ormanlık arazide canların beslenmesi, basit tedavileri, yaşadıkları ortamın temizliği ve su ihtiyaçları için çalışıyor.

Şule Paçalı 

30.06.1994 İstanbul doğumlu, Marmara Üniversitesi Hemşirelik bölümü öğrencisi. Ailesi ile birlikte ormandan sahiplendikleri 2 köpek ve 30 civarı kedi ile birlikte İstanbul Ataşehir’de yaşıyor.  3 yıldır Ailesi ile birlikte Sakarya ve İstanbul’da aktif olarak kedi ve köpeklerin sahiplendirilmesi, kısırlaştırılması, beslenmesi ve tedavileriyle ilgili çalışmalar yürütüyor. Son 6 aydır Kurtköy’de Ormanlık arazide canların beslenmesi, basit tedavileri, yaşadıkları ortamın temizliği ve su ihtiyaçları için çalışıyor…
 
Kurtköy’de sizi bekleyen bazı canlar;
Kara Bela kardeşler. Sevgi canavarları... Birinin bacağı kırık.
Kara Bela kardeşler. Sevgi canavarları… Birinin bacağı kırık.

Kazanova. Eskiden bir sahibi olduğu düşünülüyor. Gönülleri o kadar özlüyor ki, geldiklerinde uzun uzun sarılıyor. Sarılmayı çok seviyor.
Kazanova. Eskiden bir sahibi olduğu düşünülüyor. Gönülleri o kadar özlüyor ki, geldiklerinde uzun uzun sarılıyor. Sarılmayı çok seviyor.
Kobay. Üzerinde ki tüyler kesilmiş ve deride delikler olduğu için üzerinde deney yapıldığı düşünülüyor. Oldukça ürkek.. Ama hangi canlı sevgi karşısında ürkek olarak kalmaya devam edebilir ki?
Kobay. Üzerinde ki tüyler kesilmiş ve deride delikler olduğu için üzerinde deney yapıldığı düşünülüyor. Oldukça ürkek.. Ama hangi canlı sevgi karşısında ürkek olarak kalmaya devam edebilir ki?
Hamamcı Kuçu. Banyoyu ve poz vermeyi çok seviyor. Sahilde sahibiyle ne kadar mutlu olurdu... Bol bol selfie çekilirdi.
Hamamcı Kuçu. Banyoyu ve poz vermeyi çok seviyor. Sahilde sahibiyle ne kadar mutlu olurdu… Bol bol selfie çekilirdi heralde. =)

DSC_0168
Tiger. Cinsi Tiger Boxer. bu ürkütücü görüntüsünün altında yumuşacık bir kalbi var. Sahibi çok kötü davranmış, dövüştürmek için kullanıldığı düşünülüyor. Halbu ki o yumuşacık kalbiyle tek istediği birazcık sevgi. Rahatça evinizi, iş yerinizi emanet edebilirsiniz.

Ekmek. Sessiz bir köpek tek derdi ekmek.. Bir de yetmez beş tane.
Ekmek. Sessiz bir köpek tek derdi ekmek.. Bir de yetmez beş tane.
İrmik. Kedilerle uyumayı çok seviyor. Daha bebek ve bir sağlık sıkıntısı yok. Oyun oynamayı çok seviyor. Hem kedinize hem size yoldaş olabilir.
İrmik. Kedilerle uyumayı çok seviyor. Daha bebek ve bir sağlık sıkıntısı yok. Oyun oynamayı çok seviyor. Hem kedinize hem size yoldaş olabilir.
Safiye. Tek patisi yok ama hayata sıkı sıkı bağlı. hep neşeli ve güleç
Safiye. Tek patisi yok ama hayata sıkı sıkı bağlı. hep neşeli ve güleç
Çilli. Masum gözleri ve çilli kürküyle oynayacak sahipler arıyor.
Çilli. Masum gözleri ve çilli kürküyle oynayacak sahipler arıyor.

Fındık. Sevecen, sarılmayı ve göbeğini sevdirmeyi çok seviyor. Belli bir bölgeyi terk etmiyor. Bu yüzden onu sahiplenecek mahalle halkının en yakın dostu olabilir.
Fındık. Sevecen, sarılmayı ve göbeğini sevdirmeyi çok seviyor. Belli bir bölgeyi terk etmiyor. Bu yüzden onu sahiplenecek mahalle halkının en yakın dostu olabilir.

Can. Bahçenizde kocaman, muzip ve bir o kadar da korumacı bir Can'a yeriniz var mı?
Can. Bahçenizde kocaman, muzip ve bir o kadar da korumacı bir Can’a yeriniz var mı?
Daha fazla köpekle tanışmak için siz de Patiköy gönüllüleriyle Kurtköy ormanlık alanını ziyaret edebilir, doğayla bütünleşirken, bu canlara sevginizi verebilirsiniz.

13 Sayısı ve 13. Cuma

13 Sayısı ve 13. Cuma

13 sayısı özellikle batıda oldukça korkutucu ve uğursuz olarak kabul edilir. 13. Cuma ise ayrı bir korku unsurudur. Haklarında düzinelerce film çekilmiş ve korku unsurunun bir parçası olarak kullanılmıştır. Ama gerçekten 13 sayısı uğursuz mudur? Peki ya 13. Cumanın altında yatan sebepler ne?
 “13 sayısını anlayan kişiye güç ve hakimiyet verilecektir. O büyük değişimin ve yıkımın sayısıdır, yanlış kullanılırsa kendisinde tahribata ve yıkıma neden olacak gücün sembolüdür.” – Okült bir deyiş
f13th2009_1024
Bu muammayı çözmek için öncelikle 13 sayısının gizemine bakmamız gerekiyor. Pagan sembolizmde çok korkutucu olarak karşımıza çıkmamakla birlikte İskandinav mitlerinde 12 Tanrı yemek yerken 13. olarak yemeği basan kurnazlık, düzenbazlık ve kötülük tanrısı Loki’nin sıkıntı yaratması ilk tarihsel örneklerden biri olarak gösterilebilir. İlginçtir ki bu toplantı sonucunda ışık tanrısı “Balder” ölür. 13’ün kötü şöhretiyle ilgili ilk değinilen mitlerden biri budur.
Balder’in ölümünün hikâyesine paralel olarak, 13 sayısının Hristiyanlar arasında uğursuz sayılmasının temel nedeni İsa peygamber ve 12 havari ile birlikte Yahuda’nın 13. havari olması yatıyor. İsa’ya ihanet eden Yahuda 13. havari olduğu için 13 sayısı Hristiyanlarca uğursuz sayılıyor. Bu yüzden 13 kişinin tek sofraya oturmadığı da sonraki dönemlerde yerini almış bir batıl inanç. Bu batıl inanca 13 kişi bir sofraya oturursa, 13. Kişinin ölmesi olağan.
13. Cumanın nasıl ortaya çıktığı tam olarak bilinmiyor, lakin İsa peygamber’in çarmıha gerilmesinin de cuma günü olduğu düşünülüyor ve böylece 13. Cuma ortaya çıkıyor. Ortaçağda cadıların 13 kişilik kovanlar halinde toplandığı bilgisi de bu korkuyu pekiştirmiştir. Yine haçlı seferleri zamanında Hristiyanlar Müslümanlara şeytanın işbirlikçileri olarak görürlerdi. İslamiyet’in kutsal günü cuma’dır ve Muhammed peygamber 571 (toplamı 13 eder) doğmuştur. İşte bütün bunlar batı geleneğinde yavaşça yerleşmiş, 13. cuma batıl inancını meydana getirmiştir.
u2813
13. Cuma korkusunun ilk yazılı olarak ortaya çıkması 1869’da Gioachino Rossini’nin biyografisine dayanıyor. 13. Cuma ölen bu İtalyan opera bestecisinin biyografisinde şöyle yazıyor;
“O (Rossini) son zamanlarına kadar hayranlık duyan arkadaşları tarafından çevrelenmişti; ve -eğer doğruysa, bir çok İtalyan gibi o da cumaları uğursuz gün, 13′ü uğursuz sayı olarak addederdi,  Kasım’ın 13. cumasında vefat etmesi oldukça dikkat çekicidir.”
Bu metinden 1800lerde bu inancın İtalya civarında yaygın olduğunu görüyoruz. Yine de Cuma Venüs’ün kutsal günü olarak oldukça masum bir gündür. Haliyle 13. Cuma ezoterik olarak çokta korkulacak bir gün değildir. Venüs malefik bir gezegen değildir ve sevgi ile alakalı olarak Cuma gününün yönetici gezegenidir.
13 sayısına geri dönersek. Bir kısım numerolog 13 sayısının ilahi düzenin bozulması olarak yorumlamaktadır. 12 ay, Olimpos’un 12 tanrısı, İsrail’in 12 kavmi gibi sayıların mükemmel olması 13. sayının bu düzeni bozacağını düşünüyorlar.  Aslında 13 sayısı, 12 + 1 olarak tamamlanmanın sembolüdür. Bir çemberin tamamlanması demektir. Cadılıkta coven sistemlerinde geleneksel olarak en fazla 13 kişi eski zamanlarda toplanırdı. İsa’nın 12 havarisi (İsa peygamber ile birlikte toplam 13), Kral Arthur ve 12 Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Dünya’dan görülen 12 zodyak gibi örnekler çoğaltılabilir. Her daim 12+1, yani 13 bir çemberin tamamlanıp kapanması olarak karşımıza çıkar. Bu 12 mükemmel sayının ve düzenin 13 ile çember olarak döngüyü tamamlamasını sembolize eder. Bu açıdan 13 oldukça önemli bir sayıdır.
13-Death
13 sayısının bu mükemmel tamamlanma olgusunu antik Maya sembolizminde de görmemiz mümkün. Maya geleneğinde 13 ton yani 13 sayının gizemine değinilir. 13 sayısı yükseliş, Aydınlanma, tamamlanma gibi anlamlara gelmektedir ve Yaratıcı tanrısal güç ile alakalı olarak düşünülürdü. 13 ile çember tamamlanır ve kapanırdı. Bu yüzden çember sembolizmi kullanılırdı. 13 sayısı son ton olarak başarılabilecek en yüksek seviye olarak görülürdü. Başarılacak en yüksek seviyenin “nefsin ölümü” olduğunu göz önüne alırsak sayının ezoterik açılımının ne kadar anlamlı olduğunu daha derinden görebiliriz.
13sayısı-indigodergisi
Nefsin ölümünde değindiğimiz gibi 13 sayısı “ölüm” ile alakalı olarak karşımıza çıkıyor. Bu da sayıdan korkulmasının başka bir sebebi olabilir. Çemberin tamamlamasına istinaden, hayat “çemberimizin” tamamlanması da “ölüm” ile olmaktadır. İbranicede “Mavet” ölüm demektir ve “mem” yani 13. harf ile başlar. Tarot’un 13. kartı ölümdür. 12 Olympos tanrısının dışlanmış 13. Tanrısı ölüm tanrısı Hades’tir. Burada ölümü iki açıdan yorumlayabiliriz; birincisi nefsin ölümü ve ikincisi onla bağlantılı olarak değişim ve yeniden doğum. Bunun için en güzel benzetme, bir tırtılın kozalakta ölmesi, dönüşmesi kelebek olarak çıkıp özgürce uçmasıdır.  Öyleyse ölümü temsil etse bile 13 korkulacak bir sayı olabilir mi?

Sessizlikte Dans

Sessizlikte Dans

Müziğin sesini duymadan dans etmeyi denediniz mi?  Sadece adımları sayarak ritme ayak uydurmanın, müziği ruhunuzda hissederek coşmanın veya hüzünlenmenin ne kadar zor olacağını hiç düşündünüz mü? Ve bunları duyabilen yaşıtlarınızla yapmanın nasıl bir cesaret istediğini…
İşte bu satırları etkinliğin tanıtımında okuduğumda oturup düşündüm. Düşündüm ve yeniden düşündüm. Kendimi müziği duymaz bir şekilde dans ederken hayal ettim. Ve o an anladım ki bunu idrak edebilmem için bu etkinliğe katılmam gerekiyor. Efe Elmas
sessizdans_haberhurriyeti
Etkinliği adı “Sessizlikte Dans”. Sevgili Didem Ayas’ın organize ettiği ve bir çok değerli kişinin desteklediği, işitme engelli gençlerimizin, işitme engeli olmayan gençlerle birlikte yaptığı yöresel dansı konu alıyor. Tevfik Fikret Lisesi ile Tülay Aktaş İşitme Engelliler Okulu öğrencileri birlikte çalışmışlar bu gösteri için. Müzik yok –veya çok az- Amaç sessizlikte dans etmek ve empati yapabilmek. Tam anlamıyla bir “farkındalık” gösterisi. Dansın hikayesi ise muazzam. Sevgili Nilgün Arıt’ın düzenlediği bir şaman öyküsü; akpamuk. Hikayenin içinde dönüşüm, yeniden doğum, üzüntü umut var; aynı hayatın kendisi gibi. Aynı bir kişinin işitme engelli olmasına rağmen yeniden engelsiz olarak daha güçlü doğması gibi.. Öykü çok derin, hepimize hitap eder şekilde ve dansta bir o kadar anlamlı.
Çok merak ederek, heyecanla dansa kuzenimle gittik. Kulak tıkaçları verildi, koltuğumuza oturduk. Sağımıza, solumuza, önümüze, her tarafımıza işitme engelli vatandaşlar oturdu. Biz gösteriyi beklerken, bir anda herkes birbiriyle iletişime geçmeye başladı. Ama konuşarak değil, işaret diliyle… Birbirlerine şaka yapıyorlardı, gülüyorlardı, muazzam bir iletişimle irtibata geçiyorlardı ve biz hiçbir şey anlamıyorduk. Kuzenim de bende işaret dili bilmediğimiz için, ki bu utanılacak bir şey, tamamen ortama yabancı kalmıştık. İnsanlar gülüyor, kahkaha atıyor, birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar ama biz anlamıyorduk. Kendimi “dışlanmış” ve çok “tuhaf” hissetmiştim. Bende anlamak istiyordum, bende o ortamın bir “parçası” olmak, onları tanımasam bile muhabbetlerini algılamak istiyordum.  Ama yok… Soyutlanmış ve tamamen yabancılaşmış halde çevreme boş boş ve “alınmış” olarak bakıyordum.
ogrencilerin-sessiz-dansi-seyircileri-buyuledi5b34bcbdb8ac097b2bb9
O an durdum, kendimin farkına vardım ve tam olarak işitme engelli vatandaşlarımızın ne hissettiğini anladım. Empati buydu. Kuzenimde benle aynı duyguları paylaşıyordu. Onlar bizim toplumumuzda olsa da duyamadıkları için aynı duyguları yaşıyorlardı ve biz şimdi onların yerine geçmiştik. Onların Dünya’sına girmiş ve biz bu Dünya’da “yabancı” olmuştuk… Çok dokundu bize, o kadar dokundu ki daha gösteri başlamadan gözlerimiz doldu.
Ve sonra hikaye okunmaya başladı, kulak tıkaçlarımızı taktık ve muazzam gösteriyi izlemeye başladık. Uyumla gerçekleştirilen dans harikaydı. Kim işitme engelliydi, kim değildi… Hiç önemi yoktu. İnsan izlerken, müziksiz nasıl dans ediliyor, dans müzikten bağımsız mıdır ya da müzik sesten ibaret değil midir sorgulaması içinde derin bir farkındalık anı yaşadık hep birlikte. Gösteri ve dans muhteşemdi, gençler harikaydı ve gösteri bittiğinde herkesin yüreğine dokunmuştu. Hep birlikte alkışladık, işitme engelliler alkışları duyamayacak olsala bile ellerini çırptılar, biz işitebilenler, onların duyamayacağını bildiğimiz için işaret dilinde alkışladık. Ve o anda birlik olmuştuk. O anda, o ortamda, iki dünya birleşmişti, “bir” olmuştuk. İletişimin, duymak veya konuşmak ile alakalı olmadığını, iletişimin sesten bağımsız ve çok daha “evrensel” olduğunu fark etmiştik. Gözlerimiz dolu, tek yürek halindeydik. Bazen el çırpıyor bazen işaret dilinde alkışlıyorduk…
Adsız
Ve o an her vatandaşın işaret dili öğrenmesi gerektiğini, bunu bilmemenin ayıp olduğunu ve onları daha fazla hayatın içine dahil etmemizin zorunluluğunu hissettik. Bunu toplum olarak yapmamız gerekiyor, hatta ek olarak müfredata girmesi gerektiğini fark ettik. Biz neden işaret dili öğrenmemiştik? Bunu sorguladık.
Kısacası bu dans tam anlamıyla ciddi bir farkındalık yarattı, duygusallaştık ve işitme engelli olup olmamanın ne kadar önemsiz olduğunu, önemli olanın bu bireylerin toplumda var olduğunu  bilmek ve iletişimin evrenselliğini idrak etmek olduğunu anladık. Sanat, engel tanımıyordu. Öyleyse engelsiz sanatın daha fazla olması gerektiğini tartıştık kuzenimle.
10363373_10152278985374760_7614965599217770_n
Farkındalık demek, evde oturup sadece içe dönmek demek değildir, evrensel dili öğrenmek sadece Tibet’in bakir dağlarında gerçekleşen bir süreç değildir. Tam tersine bunlar, hayatın içinde bu farkındalık ortamlarıyla öğrenebilecek eylemlerdir. Farkındalık yaşanmışlıkla gelir, kitaplarla değil. Lütfen sizde bu bireylerin farkına varın, işaret dilini öğrenin, engelsiz sanatı, bu aktiviteleri destekleyin ve evrensel iletişimi bu tarz farkındalık dolu deneyimlerle içselleştirmeyi deneyin… Hayatınıza ne denli bir derinlik kattığını aktarabilmek mümkün değil.
sessizliktedans
Emeği geçen herkese teşekkürler, daha fazla bu tarz farkındalık aktivitelerinin olması dileğiyle…