Toprak Ana, Fatma Ana, Meryem Ana, Umay ana, Diana… Farklı isimlerle farklı suretlerle ama hep aynı sırla geçmişten günümüze taşınmıştır tanrıça, her ne kadar bilinçli olarak ört pas edilmeye çalışılsa da, sırları unutulsun diye isimleri yasaklansa da, o her kültürde her öğretide yine ortaya çıkmıştır farklı isimlerle ve suretlerle çağlar boyunca.
“Ayın kadim dilini kim biliyor şimdi?
Kim konuşuyor Tanrıça ile hala?
Sadece taşlar hatırlıyor şimdilerde,
Ayın uzun zaman önce bizlere söylediklerini,
ve ağaçlardan,
otların şarkılarından,
ve çiçeklerin kokularından öğrendiklerimizi…” (Tony Kelly, ‘Pagan Musings’, 1970)
Kadın ve erkeğin aynı derecede kutsal olduğu zamanlar
Eski zamanlarda yani Dünya’nın eril-dişil enerjisinin dengeli olduğu çağlarda, kadın ve erkek aynı oranda kutsaldı topluluklarda. Kadın maneviyatı sağlardı. Çünkü kolay konuşurdu kadim olanlarla, ormandaki ağaçlarla ve şifalı otlarla… Ve erkek güveni ve yaşamın sürekliliğini sağlardı çünkü cesurluk, güç, dayanıklılık ve avcılık bahşedilmişti onlara. Huzur denge ve sükunet içerisinde maddi ve manevi dengeli bir yaşam vardı o cennetvari zamanlarda.
Lakin sonra halklar şifacı kadınlardan korkar oldular zira Tanrıçayla hem dem olan, kadimlerle konuşan bu kadınlar aşırı bilinmez geldi insanlara ve insanlar bilinmez olandan korkar, bu yüzden saygı duyardı. Haliyle Ana-erkil bir toplum yapısı oluştu zamanla. Dünyanın enerjisi de dişil bir döneme girmişti pek tabi… Ana tanrıça en güçlü dönemindeydi, insanlara her an fısıldardı, rüyalarda ve bakir ormanlarda. Maneviyat yükselişe geçti, sırlar arttı ve aktarıldı.
Eril dönem ve değişim zamanı
Dünya eril döneme girdiğinde, değişim baş gösterdi aniden. Toplumdaki bilge kadınlar ve bilge erkekler dinlenilmez olmuş, kabiledeki lider erkekler artık kadim olanlara kulak asmak istemez hale gelmişlerdi ve işte ilk olarak o dönemlerde bastırılmak istendi Tanrıça. Çünkü toplum istemiyordu artık sadece uyumu. Eril enerjinin getirdiği cesaret, yaratıcılık ve güçle, toplumu genişletmek, işgal etmek istiyorlardı farklı diyarları ve savaşlar başladı böylece. Kadın arka plana alındı çünkü savaşta katkısı yoktu, Tanrıça ikinci plana atıldı çünkü zalim savaşlarda şefkati hatırlatıyordu. Artık Tanrıça unutulmak isteniyordu, böylece “kadının” kutsallığı gizlenilmek istendi hep, erkeğin gücüne gölge düşmesin diye… Ve sonra ataerkil bilinç yükseldikçe Tanrıça unutturulmaya çalışıldı, ört pas edildi… Lakin bir şekilde farklı surette yine vuku buldu her dinde ve öğretide. Çünkü bu unutturmaya çalışan kişilerin fark edemediği şey, Tanrıça’nın her daim sırrını aktardığıydı ve hakikatin ört pas edilemeyeceğiydi. Dilden dile ve kulaktan kulağa aktarıldı böylece.
“İsimlerim değişir, suretlerim değişir, değişmeyen tek şey kalbinize fısıldadığım sır içeren kadim ninnilerimdir. MA”
Tanrıça’nın suretleri
Tanrıça her ne kadar ismini kaybetse de, aynaya yansıyan suretleri ve çeşitli isimlerdeki zuhur edişleri yok olmadı tabi ki… Bakire İsis vardı bir zamanlar, genç güneş tanrısı olan Horus’u doğuran, bakireydi çünkü ölümden dönmüş olan kocası Osiris’in cinsel organı kayıp olduğu için bir çocuk yapması mümkün değildi, o yüzden bakire şekilde doğurdu her şeyin annesi diye anılan İsis… Thoth, Tanrıların dili, bu müjdeyi vermişti Kadim Anne İsis’e…
İsis formunda yükselişe geçen “Ana”, sadece Mısır’da açığa çıkmamıştı tüm ışığıyla; Ceres, Diana, Kibele ve nice isimlerle dört bir yanda adı anılıyordu büyük bir huşuyla. Sürekli sesleniliyordu, Tanrı’nın eşi, Tanrı’nın annesi, Tanrı’nın kardeşi ve Tanrı’nın yoldaşı sıfatlarıyla… Dört bir yandan Yaratıcı’nın sırlarını aktaran Tanrı ve onun yoldaşı Tanrıça, farklı kültürel isimlerle ama benzer sırlarla anılıyordu. Bir yunan mabedinden Mısır mabedine gelen rahip/rahibe, farklı isimle de olsa dua edebiliyordu onlara çünkü biliyordu isimler değişse de sır değişmezdi… Ege’de Anadolu’da Kibele diye seslenen, Mısır’da İsis diyordu, Yunan’da Artemis, Roma’da Diana, Sümer’de Astarte…
Eski bir yazıtta şöyle anlatılır formlar:
“Ben Kainat’ın Annesi’yim, tüm elementlerin hakimesiyim, yüzyıllardan (zamandan) önceki kaynağım, tüm ilahi güçlerin toplamıyım, ruhların kraliçesiyim.
Göksel (ilahi) olanlar içinde ilkim; tüm erkek ve dişi tanrıların yegane, emsalsiz görüntüsüyüm: Başımdaki sembol ile yönetirim ilahi göğün parlak zirvelerini, denizin sağlıklı- hayırlı rüzgarlarını, cehennemin ıssız sessizliğini.
Bu nedenle Frigyalılar, toprağın ilk sakinleri, bana, tanrıların annesi olarak hitap ederler. (Yüce Anne, Kibele) Pessinus’ta da hayrandılar;
Atinanın yerlileri, Minerva Cecropia;
Denizin yıkadığı kıbrıslılar, Baf’ın Venüsü;
Cretesis, yetenekli okçular, Diana Dictynna;
Üç dilli Sicilyalılar; Proserpina Stygia;
Kadim Eleusis sakinleri, Ceres Actea;
Bazı insanlar Juno; Diğerleri Bellona;
Tek olan Hecate; Diğerleri Rhamnusia [Nemesis]
Ama Güneş tanrının aydınlatıcı ışıkları altında doğan Etiyopyalılar ve Kadim bilgelikle ödüllendirilmiş Mısırlılar, beni sadece bana ait olan geleneklerle -ayinlerle- onurlandırırlar ve bana gerçek adım ile seslenirler; Kraliçe İsis” (Apuleius, Metamorphosis XI, 5, isis queen)
Anadolu’nun anası; Kibele ve eski Türk Tanrıçası Umay Ana
Anadolu her daim Tanrıça kültünün yoğun yaşandığı bir kıta olmuştur ve Ana’nın bilgeliğinin Anadolu’dan yayıldığı iddiaları da yaygındır. Kibele, bilinen en eski ana tanrıçalardan biridir. Anadolu’daki Tanrıça bilgisi M.Ö.7000’lere kadar gider. Özellikle Çatalhöyük’te birçok Tanrıça heykeli ve motifi bulunmuştur. Kısacası 9.000 yıldır Ana Tanrıça oturur Anadolu tahtında…
Koca göğüsleri koca kalçası ve iri şekilde gösterimiyle doğurganlığı ve anaçlığı temsil eder. Heykelcikleri ve motifleri Anadolu’nun dört bir yanında sürekli keşfedilir ve el dokuması halılarda hala gizlidir onun sembolleri, hala daha o çevremizdedir koruyuculuğu ve bereketiyle…
Sık sık doğum yaparken görürüz Kibele’yi motiflerde, o bereketi ve doğumu getirendir çünkü, onsuz ne toprağın bereketi olur ne de kadınlar doğum yapabilir. Hayvanların kraliçesidir, o yüzden bazı motiflerde vahşi hayvanlarla resmedilir.
Umay ana, Ana Tanrıça Kibele kültüne çok benzer, eski Türk mitolojisinde ana tanrıça ve tanrılarla, insanların anası olarak geçer. Genelde beyaz kuş (kuğu) ile sembolize edilir (Mitolojik Huma kuşu buradan gelir) ve üç adet boynuzu olan gümüş rengi saçlı bembeyaz giysili bir tanrıça olarak betimlenir. Umay Ana’nın üç boynuzu esasında tanrıçanın üç yüzünü temsil eder, Bakire, Ana ve Kocakarı (crone). Kocakarı (crone) dediğimiz yüzü Kara Umay olarak anılırdı. Bu açıdan Hecate ile benzerliği de göz ardı edilemez.
Umay ana, savaşta, doğumda ve her an insanların koruyucusudur. Özellikle yeni doğan bebekleri ve anneleri karanlık-tehlikeli ruhlardan korurdu. Kamlar genelde Umay ana’ya seslenerek şifalar verir ve ruhlarla çalışırlardı.
Bakire isis’ten bakire Meryem’e
Hristiyanlığın yükselişiyle birlikte eril bilinç ön plana çıkmıştı ve artık eski gelenek ve yollar “kötü” olarak isimlendiriliyordu. Böylece tanrıçalar şeytan ilan edildi kilise tarafından ve eski yolda yürüyenlerde şeytanın uşakları… Bu daha sonra insanlık tarihinin en büyük vahşeti olan ve anti-feminist hareketin doruğa ulaştığı “yakılmalar zamanına” (burning times) neden olacak ve 60.000 kadar kadının işkencesine ve ölümüne yol açacaktır. (Öldürülen tam kişi sayısı bilinmiyor ama tahminen 60.000 ile 300.000 kişi arasında olduğu yönündedir, kimisi bu kadar az olmadığını, kilisenin adı karalanmasın diye azatlığını, toplam sayının milyonları bulduğunu dile getirir.) İşte o erken dönemlerde bu sapkınlığın ilk fikirsel tohumları atılmıştı.
İsis, Diana ve diğer tanrıça isimleri yasaklanmış, eski yolu takip edenler soylu ve aristokrat Hristiyanlar tarafından “köylü” yani “pagan” sıfatıyla aşağılamaya başlamışlardır. Ama o sırada fark edilmeyen şey Tanrıça’nın Meryem Ana figürüyle orada ortaya çıkmasıdır.
Meryem Ana’nın yaşam öyküsü ile İsis’inki neredeyse aynıdır. İkisi de bakiredir, ikisi de bir görevli tarafından çocukla müjdelenir, ikisinin de kocası basiretsizdir, ikisinin de doğurduğu çocuk ışık ve güneşle sembolize edilir, ikisi de tanrının annesi diye isimlendirilir. Bu yüzden kimisi Meryem ana’nın İsis kültünün devamı olduğunu söyler, kimisi ise Tanrıça’nın bilgeliğinde gerçekten yaşadığını dile getirir. Ne olursa olsun şurası kesin ki Meryem ana tüm bilgeliğiyle ve şefkatiyle Tanrıça’nın sırrını devam ettiren suret olmuştur. O, Hristiyanlığın karanlık çağlarında dahi, şefkati ve merhameti kalplere aşılayacak ve vicdanın sembolü olacaktır… O, hala eski sırları hatırlayanlara, Tanrıça’nın ninnilerinin taşıyıcısı olacaktır.
Adaletsizliğin karşısındaki güçlü tanrıça; Diana ve vahşi kızı Aradia
“Adaletsizliğe uğrayan çocuğunun gözyaşına ve acı dolu çağrısına nasıl boyun eğebilir bir ana?! Ben, Yüce Ana, söz veriyorum sana, herhangi bir haksızlık karşısında, adımı andığın her anda, yanında olacağım daima. Meryem Ana, Fatma Ana, Aradia, Diana, Luna, Lucina, Ma; seslen istediğin suretle ve adla, ne kadar güçlü olursa olsun sırtını dik tut adaletsizliğin karşısında. Sabret çünkü adalet yerini bulacaktır muhakkak yakında. MA.”
15. ve 18. Yy arasında, tüm Avrupa da katledilirken masum adamlar ve masum kadınlar ve yakılırken tanrıçanın yoldaşları, İtalya’ya değin ulaşmıştı kilisenin gaddarlığı… Ülkenin masum insanlarına, katledip işkence yaparken kilisenin zalim adamları Baba, oğul ve kutsal ruh adına, kan ağlıyordu dört bir yanda Meryem ananın heykelcikleri kilisenin günahlarına. İşte bu çağlarda, ağlarken Meryem ana, yükselişteydi ormanların ve ıssız mekanların derinliklerinde tanrıçanın farklı bir yüzü olan tanrıça Diana ve göndermişti ayın karanlık yüzünü temsil eden vahşi bakire Aradia’yı Dünya’ya.
Böylece eski yol öğretilmeye devam etti Diana’nın kızları ve erkekleri arasında ve tabi Diana’nın eski yol ile ilgili sırları da… Ve 19. Yüzyıla değin ulaştı bu sırlar anlatıla anlatıla.
1886 yılında Charles, Otururken karanlık gecede, bir kadın yaklaştı yanına sessizce. Gözlerinin katran karanlığında, saklanıyordu sanki gecenin tüm sırları, belli vardı bir şeyler anlatacakları. Adam sordu “kimsin” diye ve kadın gülümsedi “Ben” dedi “Maddelana, kızıyım yüce Aradia’nın ve ben eski dinin geleneğinin taşıyıcısı, sırların aktarıcısı, Diana’nın yolunda, kadim geleneğin hizmetkârı” ve anlattı tek tek, kulaktan kulağa yayılmış olan sırları, yazar hemen kaleme aldı anlatılanları… Uzun süren bir aktarım ile kaleme aldı sonunda kadim sırları içeren kitabı. “Nedir” dedi “bu şaşırtıcı kitabın adı” katran karası kadın gülümsedi ve gözleri parıldadı “kilisenin yarattığı babanın zalim sözlerini umursamayan, karanlık Tanrıçamın incili”
“Diana kızı Aradia’ya şöyle söyledi;
Eğer papazlar ve asiller
inancını terk etmen için zorlarlarsa seni,
Baba, Oğul ve Meryem adına,
De ki onlara:
“Sizin tanrınız, babanız ve Meryem,
Üçü de şeytandır.
Çünkü gerçek Tanrı, gerçek Baba size ait değildir!
Ben kötülüğü silip süpürmeye geldim
Kötülüğün insanları, yok edeceğim hepinizi!” (Aradia, Gospel of The Witches
Bu öğretiler ve tepki, İtalya’da zalimliğin diz boyu olduğu, zenginlerin fakirleri ezdiği, soyluların kibirle halkın malına göz diktiği, kilisenin çalıp çırptığı ve kölelerin eziyet edildiği aşağılandığı bir çağda ortaya çıkmıştır. Eski Roma Tanrıçası bakire avcı Diana, ortaçağ sürecinde, stregheria (İtalyan cadılığı) geleneğinde ana tanrıça ve Diana kültüne dönüşmüş ve Ana Tanrıça Diana’nın bakire kızı vahşi Aradia’nın yolunda yürüyen kızları ve oğlanları, bu karanlık sürece karşı tepki almışlardır. İşte tam bu süreçte Aradia’nın incili olarak geçen Kilisenin ata erkil bilincine tepki olarak doğan öğretiler açığa çıkmıştır.
Bu öğretiye göre Tanrıça Diana, kızı Aradia’yı Dünya’daki kızlarına ve oğullarına yardımcı olması, haksızı haklı yapması, soylu ve zalim kilisenin adamlarını alaşağı etmesi için Dünya’ya göndermiştir. Eski dinde ilerleyen kadın ve erkeklerin aşağılandığı, işkence gördüğü, kilisenin zengin ve soyluların arkasında durduğu ve kutsal ruh, Baba, oğul, Meryem isimlerinin iyilik içinde değil zulüm için kullanıldığı bu çağda, bir direniştir esasında bu… Vakti zamanında Kibele’nin kızları olan Amazon kadınlarının feminist hareketi gibi bir direniştir. Yani Tanrıça’nın kendini çok göstermeyen karanlık yüzünün tepkisi, aynı ayın hiç görmediğimiz karanlık tarafı gibi… İlerleyen dönemlerde bu öğretileri derlemiş olan (bazı araştırmacılar ailesinden kaldığını söyler) Maddelana isimli rahibe, öğretisini Charles Leland isimli İtalyan folkloru üzerine araştırmalar yapan kişiye aktarır ve Aradia; Gospel of the witches ismiyle 1899 yılında kitap Londra’da yayınlanır. Şiirler şeklinde gizlenmiş eski sanatları ve çeşitli eski efsaneler anlatılır kitapta… İşte Tanrıça’nın kendini “sert” bir şekilde gösterdiği bir başka dönemdir o. Kitaba göre Aradia zalimleri eski tehlikeli sanatlarla yok etmenin sırlarını anlatır, işte bu Tanrıça’nın her zaman göstermediği tehlikeli yüzüdür. Dünya’dan ayrılsa dahi, zulme karşı, zayıf olan kadın ve erkeklerin her zaman yanında olacağını ve dileklerini işiteceğini anlatır. Aradia sadece kadınların değil Diana’nın yolunda giden ve zulme uğrayan erkeklerinde yanında olacağını, kötülüğe, hırsızlığa, soyluların adaletsizliğine karşı duracağına dair söz verir.
Aradia;
“Ben bu dünyadan ayrıldığım zaman
Herhangi bir şeye ihtiyacınız olduğu her zaman
ay dolunayken, ayda bir kere
Toplanın Issız bir yerde,
veya buluşun hep birlikte ormanın içinde
anmak için Kraliçenizin güçlü ruhunu
Annemin, Yüce Diana’nın” (Aradia, Gospel of the Witches
Hala daha İtalya ve civarında, büyük bir gizlilikle dilden dile dolaşır Tanrıça’ın başka bir sureti olan Diana’nın bilgeliği; O, bu suretinde, Asi, dik başlı, yavrularını korumak için elinden geleni yapan güçlü bir anne ve özgür ruhlu bir kadın gibidir, Akdeniz kadını gibidir…
Nur yüzlü Fatıma Ana
“Bak şu ay yüzlü doğana
Babasının anasına, “Betül” ve “Zehra” olana
Sin cinsinden cennet hurisine
Güneşten bir parça olan ulunun Eşine;
Nasıl da aydınlatıyor şarkın karanlığını
Yol gösteriyor onu takip edenlere;
Nasılda rahmet saçıyor yüreklere
Yoldaşlık ve yarenlik ediyor erenlere…
Dinle!
Nasıl da Tanrıça’nın sırrını aktarıyor biçare gönüllere. MA”
Fatma ana; dertlere derman, sıkıntıda olanlara rahmet, şifaya muhtaç olanlara şifa veren ana… Evleri bereketlerinden, nazarlara iyi gelen, Peygamberin biricik kızı, Bilge Ali’nin ulu eşi, Anadolu erenlerinin annesi, aşk ehlinin sevgilisi, Anadolu bacılarının kız kardeşi ve önderi, Ortadoğu’nun bilgelik ve merhamet güneşi, Ay’dan nuruyla aydınlatan karanlık geceyi, zalimlere öğreten merhameti, Nur yüzlü, yüce gönüllü, şefaatiyle cehennem ateşini söndüren Fatima Ana…
Muhammed peygamberin biricik kızıdır Fatıma ve ilmin kapısı olan Ali’nin de eşi. Tasavvuf ehli, Fatıma anadır bizim anamız, ondan gelmiştir bütün tasavvuf ehli erenler derler. Fatima ana hala Anadolu bacılarına ve arap bilge kadınlarına aktarır sırrını. Elden ele verilir şifa yeteneği, elden ele aktarılır ocaklılar tarafından bilgeliği… Dilden dile anılır her daim; “Benim elim değil Fatıma Ananın elidir”, “Fatima ananın eli gibi bereketli olsun ocağımız”, “Fatima Ana aşkına…”
İşte bu bilge kadın ve Anadolu ocaklılarının ve mistiklerinin rehberi de Tanrıça’nın bir başka suretidir. Yaşadığı dönemde nur yüzüyle ve naif şefkatli kalbiyle bilinirdi Mekke’de ve Medine’de. Bir diğer özelliği ise şifacılıktır ve Anadolu şifacılığını gücünü Fatıma Ana’dan alır, el verme yöntemiyle bu yeti devredilen kişi “Bu el benim elim değil Fatıma ana’nın eli” dualarıyla şifa aktarır. Birçok savaşta ve hastalık durumunda bitkilerden merhem yapıp yardımcı olduğu bilinmektedir. Buna bir başka örnek ise Uhud savaşında peygamberin durmayan yarasını kül basarak şifalandırması ve durdurmasıdır. O, sadece insanların fiziklerine değil ruhlarını ve kalplerini de merhamet ile şifalandırırdı. En büyük sırrı ise, Peygamberin kendisine verdiği sıfatlarda gizlidir; Muhammed peygamber ona Ümmü Ebiha yani “babasının annesi” diye tanımlardı, Fatıma ana, o kocaman yüreğiyle annesiz büyüyen peygambere dahi annelik yapardı çünkü… Herkesin annesiydi daha kendi yaşadığı dönemlerde, çünkü Tanrıça’nın en büyük vasfı olan annelik içgüdüsüne sahipti. O yüzden Tanrıça’nın suretlerinden, yaşamış bedenlerinden biridir Fatıma Ana. Tanrıça’nın zuhur etmiş kalplerinden biridir.
“Bütün analar tek kalptir.” Fatıma Ana
Bir hadiste, Peygamber miraca çıktığı vakit, cennet meyvesinden yemiş ve Allah bu meyveyi peygamberin sulbünde suya dönüştürmüştür. Miraçtan döndüğü vakit Peygamber eşi Hatice ile birlikte olur ve işte o gece cennetten gelen nur, Hatice’nin gebe kalmasına vesile olur. Bu yüzdendir ki, Fatıma Ana’nın bir ayağı cennette bir ayağı dünyadadır denir ve ona “Hura-yi İnsiyye” yani “insan cinsinden olan huri” denirdi.
Göksel ve ilahi kimliğinden dolayı “Nuriye”, “Semaviye” ve “Haniye” denirdi… Bütün bunlar fark edildiği üzere Tanrıça’nın suretlerindeki ortak sıfatlardır.
Bir diğer ismi ise Betül idi, bu isim bir İsa peygamberin Annesi Meryem’e, birde Fatima anaya verilmiştir. En önemli sırlardan biri bu ismin altında yatar. Betül kelimesi, iffetli, şehvete sahip olmayan kadın manasındadır. Ama bu kelimenin arkasında yatan en büyük sır Betül kelimesinin temek kökünde “bakire” anlamına gelmesidir. Yani esasında Fatma ananın bir diğer lakabı Bakire Fatma’dır. İşte Bakire Meryem ile en büyük benzer yanı ve ikisine de bu lakabın İslami gelenekte verilmesinin en büyük sırrı da budur. Her açıdan birbirine benzer tutulur Meryem ana ile Fatma ana, hep benzeştirilir. İslami literatürde baktığınızda Meryem ana ile Fatıma ananın özünün aynı olduğu hep dile getirilir. Bunun arkasında yatan sır İkisinin de Tanrıça’nın farklı dönemlerdeki suretleri olmasıdır… Onun bilgeliğini ve şefkatini Dünya’da yaymış ve sırrını devam ettirmişlerdir.
Elbette Fatıma Ana’nın çocukları ve eşi olmuştur peki neden Ana Tanrıça’nın bir diğer vasfı bakire yani Betül’dür. Çünkü bakirenin ezoterik anlamı, cinsel ilişkiye girmiş demek değildir, kadının şehvetsiz, yalın bilgeliğe sahip olan özü demektir. Bu yüzden hem Meryem ana hem Fatma ana Hem de yüce İsis, aynı zamanda bakire olarak isimlendirilir, saflığı ve yalınlığı yüzünden… Bakire demek Analığın en üst noktasında, kadınsal sinsilikten ve şehvetten uzak, Tanrıça’nın öz enerjisidir. Fatıma Ana’nın en önemli sırlarından ve tanrıçanın sureti olduğuna dair sırrı o yüzden Betül isminde ve sıfatında gizlidir.
“Ey Fatıma, Ey yüce ana
Şefaat eyle şu garib can’ımıza
Koy şifalı ellerini alnımıza
Aktar sırlarını şu biçare ruhlarımıza
Derman ol, ilahi olandan ayrılık acımıza…”
Ama en büyük sır Fatıma ana’nın kendi isminde “Fatıma” isminde gizlidir. Muhammed peygamber, Fatıma anaya bu ismi verilmesi rüyasında vahyedilmiştir. Fatıma kelime anlamı olarak “kopmak, ayrılmak” demek ve genelde “sütten kesilmiş kadın” manasında kullanılır. Peygambere bu ismi neden verdiğini sorduklarında ise o şöyle cevap verir; “Kızımı Fâtıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allah’ın O’nu ve O’nu sevenleri cehennem ateşinden uzak tutması içindir.” Tanrıça’nın en büyük özelliği merhameti ve şefkatidir, işte o yüzden Fatıma Ana’da kendisini sevenleri ve takip edenleri cehennem ateşinden şefkati ve şefaatiyle uzak tutar. Bu yüzdendir işte zaten Ana Tanrıça’nın suretlerinden biri olması… Bir başka hadiste ”Fâtıma, İmren kızı Meryem hariç cennetteki diğer kadınların efendisi olacaktır“ diye geçer, yani Fatıma ana Meryem ana ile birlikte cennetteki kadınlar yol gösterecektir… İşte bu yüzden Tanrıça’nın yaşayan mabedidir kadınlar, bu suretlerde, bu mabetlere yol gösterirler elbette…
Fatıma Ana’nın bir başka sırrı ise “Mushaf-ı Fatıma” ismiyle geçen Kuran’dan bağımsız kitaptır. Ehli Beyt imamları ve birçok günümüze gelen hadisler ve güvenilir sufiler bu Mushafları tasdik etmektedir. İmam Sadık şöyle anlatıyor: “Fatıma bir mushaf hatıra bıraktı, o mushaf Kur’ân değildir; ama Allah Teâlâ’nın Hz. Fatıma’ya ilham ettiği ve Hz. Ali vasıtasıyla da yazılan sözlerdir.” İmam sadık’tan aktarılanlara göre Fatıma Ana babasının ölümünden sonra çok kederlenir ve ona teselli etmesi için bir melek gönderilir, bu melek ile alakadar olduğu vakit bazı sırlara ve gelecekle ilgili bilgilere mahzar olur ve Ali’nin yardımıyla bunlar kaleme alınır. Bu kitapta kıyamete kadar gelecekle ilgili birçok önemli tarihin ve çok büyük sırların var olduğu ama Kuran’dan bağımsız olduğu söylenir. Ezoterik gelenek ise bu kitabın Tanrıça’nın bilgeliğine dair gizli sırları anlattığı ve nesilden nesile gizli bir şekilde aktarıldığı sırrını bizlere aktarır.
Tanrıça’nın yeniden doğuşu
Tarih boyunca Tanrıça hep farklı şekilde ortaya çıkmış ama aynı sırrı özünde taşımaya devam etmiştir; Doğurgan anaların anası Kibele, kuğu naifliğinde ışık saçan Umay Ene, Antik Sümer halkının bilge tanrıçası Astarte, Antik Mısır’da bilge ve kadim İsis, Avrupa’ya Tanrıça’yı fısıldayan Meryem ana, Akdeniz’de Özgür ruhlu Diana, adaletsizliğin karşısında tüm haşmetiyle duran kızı Aradia, Ortadoğu’nun nuru Fatıma Ana ve daha nice isim ve sıfatlarla, insanlığın başından bu yana her daim var olmuştur Tanrıça. Sürekli bastırılmış ve gizlenilmiş olmasına rağmen her daim yeniden farklı bir suretle doğmuştur. Tanrıça bilgisinin tohumları ekilidir insanların ruhlarında ve Dünya’da, yok edilse de filizlenir elbette sevgi dolu yüreklerde. O, bilir ki istedikleri kadar saklasınlar ve istedikleri kadar oğullarını ve kızlarını susturup, katletsinler, elbette Tanrıça yine zuhur eder gönüllerde.
Şimdi, içinde olduğumuz bu çağda, Dünya’da dişil enerji yükseliyor ve eril-dişil dengesi oluşmaya başlıyor. Bu denge içinde, uyum ve ahenk yeniden oluşmaya başlıyor. Artık Tanrıça yeniden doğuyor ve bu sefer suretlerle ve sıfatlarla değil, doğrudan kendi sırrıyla, doğrudan örtüsüz saflığıyla… O yüzden açığa çıkıyor dünyanın dört bir yanında Tanrıça’nın sırları ve hatırlıyorlar insanlar unutulmuş olanları. Tanrıça kaldırıyor örtüsünü naifçe ve gizemli sırlar aktarılıyor kalplere ve durduramaz bu akışı ve set kuramaz artık hiç kimse…
“Dans et ruhunla, Parlak Dolunay ışığında… Bırak kendini rüzgâra ve yalın ol çıplak toprakta. Sessizce seslen, aç kalbini bana ve izin ver ruhuna misafir olmama. Hatırlayacak ve vakıf olacaksın o zaman yine kadim sırlarıma.” MA
Çoktan uyanmaya başladı Tanrıça her birimizin içinde, zaten uyanık olan Tanrı’ya eşlik etmek üzere. Tek yapmamız gereken dinlemek fısıltılarını ve hissetmek kalbimizde açığa çıkardığı eski sırları, kabul etmemiz gerekiyor sevgisini, merhametini ve sırlarını sessizce ve artık sadece sevgiyle kollarımızı açarak O’nu karşılamak düşüyor bize.
Peki ne olacak bu süreçten sonra? Cevap kadim geleneklerde saklı; Yaratıcı’nın izniyle, Tanrıça bilgisinden sonra saf Tanrı bilgisi vuku bulacak ve Tanrı’nın cesaretine, yaratıcılığına ve yaşam özüne, Tanrıça’nın şefkati, bilgeliği ve erdemleri katılacak, böylece Dünya eski bilgelik dönemlerine geri dönecektir. Bunun manası insanoğlunun eril ve dişil bilinçlerinin dengelenmesi ve aydınlanmaya giden yolda en önemli basamağı geçmesidir. Böylece Dünya’da barış ve uyumun yeniden vuku bulacak ve İnsanın doğadaki cennete geri kabul edilerek huzuru kalbinde yeniden hissetmeye başlayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder