YAZAR : EFE ELMAS
Saat gece 11’e doğru geliyordu. Cırcır böceklerinin ve kafede dedikodu yapan gençlerin sesleri dışında, gece tamamen sessizdi. Sıcak çikolatasından bir yudum alarak içine akan sıcaklığı duyumsadı. Kendini biraz daha iyi hissediyordu. Müzik dinleyerek oyalanıyordu. Uzaktan gelen farları gördü. Sonunda servis gelmişti. Yavaşça oturduğu masadan kalkarak eskimiş otobüse bindi. O kadar eski olmasına karşın yine de iyi çalışıyordu. Beş dakika sonra otobüs dolmuştu. Hemen yola çıktılar. Sarp yollarda oradan oraya savruluyorlardı. Şoförün gözlerinin arada kapandığından kimsenin haberi yoktu. Halbuki eski otobüs hata kaldıramazdı. Şoförün gözleri bir iki saniyeliğine kapandı. O tatlı uyku tüm vücudunu gevşetti. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Uyku dalgası tüm hücrelerine yayılıyordu. Bir korna sesiyle tatlı uykusundan uyandı. Üzerine gelen tırdan kaçmak için istem dışı direksiyonu sağa kırdı. Karanlıkta şoförün fark edemediği şuydu ki; direksiyonu kırdığı yön uçurumdu. Eski otobüs dağıla dağıla uçurumdan aşağı yuvarlanmaya başladı.
Her şey bir dakikada olup bitmişti. Sadece bir dakika içinde tüm aksiyon sona ermişti. Acı içinde gözlerini açtı. Etrafına bakındı. Şu anda tek istediği bu harabeden dışarıya çıkmaktı. Daracık alanda sıkışmıştı. Hemen yanındaki pencereyi sert bir cisimle kırdı. Sürünerek pencereden dışarıya çıkmayı başardı. Otobüsün etrafında bir tur attı. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Şoför dahil bütün yolcular ölmüş gibi gözüküyordu. “Sağ kalan var mı?” diye bağırdı. Biraz bekledi. Ses çıkmayınca yine bağırdı: “Beni duyan var mı?” Kendisine gelen cevap, bir kurt ulumasından başka bir şey değildi. O sırada bacağının kanadığını fark etti. Eğilerek otobüsün içinden bir giysi parçası kopardı. Yarasını sıkı bir şekilde sardı. Sarma işlemini bitirdikten sonra bir nefes alış sesi duydu. Daha çok hırıltıya benziyordu gerçi. Bir umutla arkasını döndü. Gördüğü şey karşısında nutku tutuldu. 4 kurt tüm saldırgan tavırlarıyla ona bakıyordu. Saldırmaya hazırdılar. Hatta an meselesiydi. Can, derin bir nefes aldı ve hızla ormanın içine doğru kaçmaya başladı. Kurtların koşmaya başlaması da aynı süratle oldu. Olabildiğince hızlı kaçıyordu ama kurtlar ondan daha hızlıydı. Ayağında ki yarada iyice zorlaştırıyordu koşmasını. Geçtiği bir akarsu sayesinde kurtlar biraz daha geride kalmıştı. Can ormanın iyice içlerine doğru koşuyordu ama kurtların pes etmeye niyetleri yoktu ve daha da yaklaşmışlardı. Ayağına takılan bir taşla yere kapaklandı. İyice yaklaşan kurtlardan biri üstüne doğru atladı. Ama onu ulaşamadan kafasına yediği bir kurşunla yere yığıldı. Kurtlarda durmuştu. Can’da kurda karşı siper ettiği elini indirdi. Ne olduğuna bakmak için kafasını çevirdiğinde az ötede tüfekli bir avcıyı gördü. İri yarı, cüsseli bir adam olduğu karanlıkta kolayca belli oluyordu. Bir el daha ateş etti ve kurtlar nefret dolu bir ulumayla ormanın içlerine doğru koşarak dağıldılar. Adam sakince Can’a yaklaştı. “Bu saatte ne işin var genç” dedi sert bir tavırla. En az kurtlar kadar yabanıl duruyordu. “Otobüsümüz kaza yaptı. Tek sağ kalan bendim.” Dedi titreyerek. Hala yerde yığılı bir şekilde duruyordu. Adam ses çıkarmadan ormanın içine yöneldi ve sadece duygusuz bir biçimde “Beni takip et.” demekle yetindi. Can zar zor ayağa kalkarak onu takibe koyuldu.
İyice ormanın içerisine ilerlemişlerdi. Adamı sık ormanda zar zor takip ediyordu. Kocaman ağaçlar arasında bu saatte en narin çiçekler bile korkutucu gözüküyordu. Sonunda bir evin siluetini görebildi. Evden duman yükseliyordu. İçerde bir şey pişiriliyordu anlaşılan. Kulubeye yaklaşıldıkça evin harabe ve eski olduğu daha çok fark ediliyordu. İri adam kapıyı açtı. İçeri girdiler. İçeriye girmesiyle sıcak atmosfer Can’ın tüm vücudunu sardı. İçerisinin dışarısından daha korkunç olduğunu düşündü. Bir tarafta birkaç çeşit tüfek ve bir sürü kurşun diziliyken odanın öbür tarafında sıra sıra raflar vardı. Rafların içinde, içlerinde bitkiler, değişik ve rengarenk karışımlar, garip sıvılar ve bazı sıvıların içinde ölü hayvan cesetleri ve organlar olan kavanozlar diziliydi. Can, biraz ötede ki, mutfak olduğunu zor fark ettiği, oda da yaşlı bir kadının koca bir kazanda bir şeyler kaynattığını gördü.
“Biz geldik anne!” dedi sert bir tavırla avcı adam. “Hoş geldiniz. Bende sizi bekliyordum! Çocuğum korkma yanıma gel.” dedi yaşlı kadın Can’ı işaret ederek. Beyaz saçlarını özenle taramaya çalıştığı ama beceriksizce daha kötü hale getirdiği belliydi. Sesi, oğlunun sesi gibi kalın ve hırıltılıydı. Bu sesin tersine kadının nasıl bu kadar incecik olduğuna şaşırdı. Korkarak kadına yaklaştı. Kadın eğilerek bacağındaki bez parçasını çözdü, yarayı biraz parmakladıktan sonra raflarda duran kavanozlardan birinden sarımtırak, iğrenç bir karışımı çocuğun bacağında bulunan yaraya sürdü, üstünü de bir yaprakla kapadı. “Yaran derin değil, yarına geçer çocuğum. Sen şimdi şuraya uzan ve senin için yaptığım çorbanın tadını çıkar.” dedi yarısı dökülmüş diğer yarısı sarımsı-siyahımsı renk almış dişlerini gösterecek şekilde sırıtarak.
O sırada avcının başka bir tüfek alarak evden çıktığını gördü. Yaşlı kadın şimdi sırtını dönmüş başka bir çorba yada karışım hazırlıyordu. Hırıltılı, yorgun ve enerji dolu sesiyle konuşmaya başladı “Orman gizemlidir yavrum. Büyülüdür ama tehlikelidir. Orman tüm sırları ve yaşamları içinde saklar. Eğer ağaçları ve sessizlikteki sesleri dinlersen sana çok sırlar söylerler çocuğum. İstediğin şeyin cevabını, dünyanın gizlediği aşkları, en derin ve ilginç şifaları saklar. Ama tehlikelidir. Özellikle gece. Geceleri saklananlar dışarı çıkar, avlamak için. Geceleri, gizlenenler bedene bürünür. Dayanıklı değilsen, güçlü değilsen ölüm sana birkaç adım daha yakındır geceleri ormanda. Ne işin vardı yavrum?” Kafasını çevirdi ve merakla Can’a baktı. Gözgöze geldiler kadın gülümsedi tekrar kaynayan kazana döndü “Ölüm ve yaşam. Bir dengedir yavrum. Ardında kalanlara üzülme. Sabah bulurlar. Sağ kalan vardır diye mi düşünüyorsun….” Can hafif bir çığlık kopardı. Nerden anlamıştı, nerden bilmişti hiç anlayamıyordu. Zaten raflardaki kavanozlar onu yeterince korkutuyordu bir de bu garip kadının garip davranışları…. Yaşlı kadın devam etti konuşmasına “Hayır yoktur canım, orman onları da bünyesine kattı sırlarıyla beraber. Oğlum yetişmeseydi sende onlara katılacaktın.” Bir kahkaha attı o sırada. Can bunun espri olup olmadığını kestiremediği için belli belirsiz gülümsemekle yetindi. Yediği çorba ona enerji vermişti çok gevşetmişti. Gözlerinin kapandığını hissediyordu. Kendini bıraktı ve gözlerini tamamen kapatarak hayal alemine yolculuğa başladı.
Kuş sesleriyle uyandı. Şimdi çok daha iyiydi! Enerji doluydu. Yarası hiç acımıyordu ve üstünde ki yaprağı çıkarıp savurdu. Mucizevi bir şekilde kabuk bile bağlamadan geçmişti. Ama tüm olanları yeni idrak ediyordu. Dün, tüm arkadaşları ölmüştü, kurtların saldırısına uğramıştı, garip bir adamla, hiç bilmediği ormanda bir kulübeye girmiş ve tuhaf bir kadının yanındaydı. Tüm bu gerçekler bir bir yüzüne çarpılınca, dün sarhoş gibi olduğu için bu korkunç gerçekleri fark edemediğini anladı. Napacaktı şimdi hiç bilmiyordu. Ayağa kalktı. Evden çıkmayı düşünüyordu ki kapı açıldı. İçeriye kambur kambur yürüyerek yaşlı kadın girdi. Elinde tuttuğu bir demet çiçeği mutfağa bıraktıktan sonra Can’a döndü. Gülümsedi ve “Beni izle çocuğum.” dedi. Sonra kapıdan çıktı. Can ne yapacağını şaşırmıştı. Hemen çorabını ve ayakkabısını giydi. Montuyla, beresini de taktı ve kadının peşinden gitmeye koyuldu.
Arka bahçedeydiler. Biberler, domatesler, envai çeşit bitkiler vardı. Kadın birkaç domates toplamaya başladı. Can’a döndü ve hadi anlamında kafasıyla biberleri gösterdi. Bunun üzerine Can hemen ayaklanıp biber koparmaya başladı. Sabahtan beri nasıl gideceğini düşünüyordu. Sonunda bu dileğini usulca belirtti ve yolu göstermelerini rica etti. Kadın aniden kafasını kaldırdı. “Buraya neden geldin biliyor musun? Bu amaçla geldin. Sen ormanın sırrına vakıf olabilmek için geldin. Sende doğal olarak bu var zaten. Bunları beraber uyandıracağız.” dedi gülümseyerek. Can biraz ürkek bir tavırla reddeti ve tekrardan yolu göstermelerini rica etti. Kadın şimdi pekte sıcak gülümsemiyordu. “Peki seni, oğlum otoyola bıracak.” dedi zar zor gülümseyerek. Can ses çıkarmadan avcı adamı beklemeye koyuldu.
Güzel bir kahvaltı yapmışlardı. Hayatı boyunca bu kadar lezzetli domates, biber ve yumurta yediğini hatırlamıyordu. Her şeyi kendileri yapıp yiyorlardı. Can uzaktan adamla, yaşlı kadının bir şeyler fısıldaştığını ve kadının oğluna bir çanta verdiğini gördü. Bu olanları fazla kafasına takmadı ve hemen ardından avcı adamla yola çıkmışlardı. Uzunca bir süre ormanda ilerledikten sonra adam aniden durdu. Yaşlı kadının adama verdiği çantayı Can’a uzattı. “Annem bu çantayı almanı söyledi. Ve sana üç öğüdü varmış. İlk olarak iç sesin en iyi yol gösterici olduğunu, ikinci olarak istediğin yere değil içinin götürdüğü yere gitmeni ve üçüncü olarak hayvanlara ve ağaçlara güvenmen gerektiğini çünkü onların bizlerle konuştuğunu, sorunlarımıza çözümler sunabileceklerini söyledi.” Can’ın bir şey demesine fırsat vermeden çantayı Can’ın ayağının önüne fırlattı ve hızla koşarak uzaklaştı. “Dur!” bile diyemeden adam çoktan kaybolmuştu. Şok içinde kalmıştı. Bu ne biçim bir olaydı, her şey şaka mıydı! Kadın ve oğlu onu tek başına hiç bilmediği bir ormanın ortasında bırakmış sağ çıkmasını bekliyordu. Ve elinde sadece üç tuhaf öğüt ve bir çanta vardı. Sağa ve sola baktı. Tek mantıklı şey geldikleri yolu takip etmeye çalışmaktı. Ama şimdiden geldikleri yolu hatırlamıyordu. Mantığını kullanmaya çalıştı; bir çalılığın yanından geçmişlerdi. Arkasını döndü ve çalılık aramaya koyuldu.
Uzun zaman geçmişti. Ama ne bir çalıya denk gelmişti ne de giderken gördüğü üstünde oyuk olan meşe ağacına. Hiçbir şey yoktu ve daha da kaybolduğunu hissediyordu. Gece olmadan yolunu bulmak zorundaydı yoksa onun için baya kötü olacaktı. Oflayarak bir kütüğün üstüne oturdu. Ne yapacaktı şimdi? Gözlerini kapadı. Ağlamak istiyordu. İçinde bir ses duydu : <Kendi yolunu içine, iç sesine danışarak bul!> Gerçekten duyup duymadığını bilemiyordu. Daha çok kulağında çınlar gibi gelmişti bu ses. Nasıl danışacaktı ki? Biraz düşündüğünde anladı ki dinlediği tek ses mantığıydı. Kendini serbest bıraktı, içine döndü ve şunu hissetti “Arkasını dönüp uzunca yürürse orada bir mavi sarmaşıklı bir çiçek görecekti.” Gözlerini açtı. Şaşırdı. Nerden bilmişti! Uydurduğunu tahmin edip içine doğan yere doğru hızla ilerledi.
Dakikalar sonra o çiçeğin orada olduğunu şaşkınlıkla gördü. Bazı şeylerin daha da iyi farkına varıyordu. Belki de o kadar tuhaf değildi. Tek yaptığı akışa bırakmaktı kendini. Bunu deneyebilirdi. Akışa bıraktı kendini yine ve koşmaya başladı çiçeğin yanından. İstediği yere gitmiyordu içinden gelen yere gidiyordu artık. O koşmaya devam ederken bir tavşanda eşlik etmeye başladı ona, ardından bir sincap eklendi bir de küçük bir kuş uçuyordu onun tepesinde. Hayvanlar o kadar yabani değildi belki. Belki de onları anlayamadığımız için yabani olan bizdik. Bir akarsuya geldi. Yorulmuştu. Oturdu. Biraz su içti. Kuş hala ona bakarak dalda duruyordu. Bir yanda tavşan bir yanda sincap masum masum oturuyorlardı. Çantasını açtı birkaç yeşillik çıkarıp hayvanlara verdi. Sevindiklerini ve teşekkür ettiklerini hissetti içinde. O sırada uyku bastırdı. Gözlerini kapadı ve yavaşça bir gevşeme bedenini sardı. “Hayvanlar, insanlığın başından beri rehberdirler. Hepsinin öğreteceği şeyler vardır. Her hayvan bir erdemi öğretir insana. Ve her insanı temsil eden bir hayvan vardır. İnsanlar onları izleyerek ilerlemişlerdir ilimlerde. Ve onları izleyerek bulabilirler ancak bazı doğru yolları…” Gözlerini açıverdi. Kulağında yankılanan bu ses onu kendine getirmişti. Ne demekti bu şimdi! Nasıl duymuştu bunu anlayamıyordu. Ama haksızda değildi. Bir sevgi kapladı onlara karşı içinde. Bağırdı ormanda “Teşekkürler” diye. Ve tekrar etrafında koşturan hayvanlarla içinden gelen yola doğru devam etti.
Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı ama hala otobana çıkamamıştı. Üstüne yorulmuştu ve acıkmıştı. Akarsudan beri dinlenmemişti. Havanın kararmasından dolayı hayvanlarda bir bir ayrılmışlardı ve biraz daha yalnız hissediyordu kendini. Biraz dinlenmek için ağaca yaslandı. Bir rüzgar esti ve ağaçların dalları adeta fısıltılar yaymaya başladılar. Bir anda Can’ın aklına kadının dedikleri geldi: “Eğer ağaçları ve sessizlikteki sesleri dinlersen sana çok sırlar söylerler çocuğum. İstediğin şeyin cevabını, dünyanın gizlediği aşkları, en derin ve ilginç şifaları saklar” Kapadı gözlerini. Bıraktı kendini fısıltılara. Ağaçlar konuşmaya başladı onla. Bir anda duymaya başladı ağaçların melodilerini, aralarında ki sohbetlerini. Çok tuhaf bir duyguydu. Bir an delirdiğini düşündü ama bu kadar gerçek şey nasıl delilik olabilirdi! Tekrar bıraktı kendini akışa. Ve yaslandığı ağaca, yüzünü dönerek sarıldı. Hayvanlarda hissettiği o eşsiz sevgiyi tekrar hissetti kalbinde. Bağırdı “Yardım edin bana.” Bir rüzgar daha esti ve ağaçlar hep beraber sırları fısıldadılar kulağına “Biz canlıyız sizin gibi. Tek farkımız yoktur kanımız ve etimiz. Yardım edeceğiz sana. İlerle buradan biraz daha. Bir kuş ini göreceksin kocamış bir meşe ağacında. Orada bir yokuş olacak in oradan aşağıya. Boş bir in olacak yokuşun dibinde. Orada konakla bu gece. Vahşi hayvanlar uğramazlar o ine.” Bir anda gözlerini açtı Can. Etrafına baktı, sesler yoktu. Her şey hem gerçek gibiydi hem olmamış gibi. Kafası karışmış ama akışa bırakmaktan da zevk almıştı.
Sonunda o ini buldu ve konakladı orada. Orayı kolayca bulması bu olanların gerçek olduğunun kanıtıydı. Çantasından çıkardığı bir kibritle birkaç odunu ve yaprağı yakıp ısındı. Düşünmeye koyuldu her şeyi tek tek. Ve anladı sırları sonunda. Seslerin gerçekliğini kavradı, hayvan ve bitkilerin sevgisini duyumsadı, toprağın bile ne kadar canlı olduğunu fark etti o gece. Ateşin dansıyla kavradı her şeyi. Bir yaşam vardı ormanda. Aslında sevgi dolu bir yaşam. Bunu kirletenler ormandakiler değildi. Bu bağları koparanlar, bu rehberlikten uzak kalanlar ormandakiler değildi. İnsanlar kendi seçmişti. Artık ormandan korkmuyordu. Çünkü ormanın sırrını anlamıştı. İçinde barındırdığı fısıltıları duymuştu. Ormandakilerin sevgilerini tatmıştı, iç sesine kulak vermişti. Kendini bıraktı bu düşüncelerden sonra uykuya.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Külleri iyice eşeleyip söndüğünden emin oldu ve hemen yola koyuldu. Kendini akışa bıraktı yine. Hayvanlarla konuştu, ağaçlarla sohbet etti yönünü kendi iç sesiyle buldu. Aslında anladı ki otoban çok yakındaydı. Ama ormanla iç içe olmak, ona katılmak için bir gece orada kalması gerekiyordu. Otobana vardığında iki tanıdık sima ile karşılaştı. Yaşlı tuhaf kadın (ki artık o kadar tuhaf gelmiyordu) ve avcı adam. Birbirlerine gülümsediler. Yaşlı kadın yavaşça kulağına fısıldadı uzaktan “Orman seni bünyesine kattı, seni yanına aldı. Anladın değil mi artık ormanın sırrını.” Can, başıyla onayladı gülümseyerek ve kadının peşine takılarak ormanın içinde kayboldular.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder