Salı

KARANLIKTAKİLER

YAZAR:Efe elmas
Hayatım hep normal akışında devam ediyordu. Karanlıklar içinde yaşayıp gidiyorduk. Şehrimiz hep karanlıktı, doğal gelirdi karanlık bizlere. Karanlıkta kalkar, karanlıkta banyoya girer, karanlıkta işe gider, karanlıkta eğlenirdik. Işık nedir bilmezdik. Işık yoktu çünkü. Arada ışıktan bahseden insanlar görürdük, güler geçerdik. Karanlıkta büyümüş biri, karanlıkta yaşayan biri, hiç görmediği birşeyi nasıl idrak edebilirdi ki! Hayat karanlık içinde devam ediyordu işte. Doğal ve gerçek olarak.
Bir sabah her zamanki gibi uyandım yine. Penceremi açıp karanlık güzel şehrime baktım. Apar topar giyinip, saçlarımı taradım ayna karşısında. Ayakkabılarımı da giyip çıktım sokağa. Arabama atladığım gibi ofise doğru gitmeye başladım. Yine trafik almış başını gidiyordu. Birkaç kere sövdüm acemi şoförlere, sonunda vardım. Masa başı işti benimkisi. Ofiste yirmiye yakın insanla beraber çalışırdık. Öğlenleri herkes arkadaş çevresiyle yemeğe gider, kimisi de kendi çapında evden getirdiği yemeğini yerdi. Ofise girer girmez pencere kenarında oturan Selim Beye selam verdim. O da bana “Günaydın Lale” diye gülümseyerek iade etti selamımı. Selim Bey ofisin en yakışıklı adamıydı. Ofisteki birçok kadın ona aşıktı denilebilir. Hatta bu bayanların içinde evli olanlar bile vardı. Bu yüzden en çok dedikodusu yapılan kişiydi. Aynı zamanda da ofisin en sevilen, favori, havalı insanıydı. Nedendir bilinmez hepimize göre maddi durumu çok daha iyiydi. Tabi bu da ayrı dedikodu konusuydu. Biraz ilerleyince Şevket beye selam verdim. O da bana selam verdi küçük bir el hareketiyle. Şevket Beyde en kendi halinde ki insandı ofisteki. Ufak tefek çirkince bir adamdı. Pek kimse sevmezdi, zararı da dokunmazdı aslında. Devam ettikçe en samimi arkadaşım Demet’e selam verdim. O da en güzel bayanlarındandı, her lafı bana anında yetiştirirdi. İyi dosttuk. Gerçi zorda oldum mu pek yanımda göremezdim ama çokta önemli değildi benim için. Ardından diğer arkadaşlarımla selamlaştım. Hepsi alımlı ve güzel giyinmişlerdi. Biraz ötede genelde ofistekilerin arkasından çok konuşup dalgaya aldığı Füsun Hanım vardı. O daha alt bir mevkide olmasına rağmen, bizimle aynı ofisi paylaşıyordu. Bakımsız, güzel olmayan bir bayandı. Kimsenin kaile almadığı bir tipti. Bende pas vermeden yanından geçtim ve kendi masama oturdum. Yine yoğun bir tempoyla klasik hayata kaptırdım kendimi. O gün ofisin yoğun temposundan bir ara sıyrılıp az ötede ki cafeye doğru yol aldım. Sıcak güzel bir nescafe içmek istiyordu canım. Her zaman ki yoldan saptım, ara yola girdim. Köşede bir yerde üstü başı kir pas içinde bir adam oturuyordu. Biraz ürkerek yanından sıyrılmaya çalıştım. Bir anda bağırdı “ışık” diye. Şaşırdım. Döndüm adama baktım. Adam bana gülümsüyordu “Aynı tempo, aynı gidişat! Görmüyorsun hiçbirşeyi, farkında değil misin? Işık nerde göster bana!” dedi. Ardından da bir kahkaha patlattı. Ürkmüştüm bu garip adamdan ve hızla kaçarak uzaklaştım.
O adamın söylediklerini birkaç gün önemsememiştim. Ama aklımdan çıkmıyordu. Bazen geceleri rüyamda o sahne tekrar canlanıyordu. Birkaç gün farkında olmadan “ışık” dediğime bile şahit oldum. Ama sonra bunların etkisi kalktı üstümden. Zaman geçtikçe bir şeyler sıkmaya başladı beni.  Adamın dediklerinden midir yoksa bir tür bunalıma mı giriyordum anlamadım. Artık işe gidip gelmek zevk vermiyordu o kadar. Klasik ofis ortamı, günlük trafik, ara eğlenceler bunlar artık hep olası şeyler geliyordu. Aynı şarkının tekrar tekrar çalınması gibiydi ve ben sözleri ezbere biliyordum. Bir şeyler boğuyordu beni bu yüzden. “Karanlık mı?” diye düşündüm de güldüm kendi kendime. Gerçeklik boğar mıydı insanı! Sıkılır olmuştum hayattan ama neydi sıkan anlam veremiyordum. Bir anlamı olmalıydı. Böyle mi bitecekti, böyle mi sonlanacaktı hayatım. Bir an her şey çok boş geldi. Bir an kendimi boşlukta hissettim. Kendimi –daha önce hiç inanmadığım- dualarda buldum ardından. Uykuya dalmadan önce dua ettiğimi fark ettim. Yadırgadım önce ama devam ettim. Hayatım karanlık içinde doğal seyrinde gidiyordu. İş, hayat, monotonluk….
Ta ki bir sabah kalktığımda o imkansız şey olduğunda. Penceremin dışından içeriye doğru bir şey girmişti odama. Işık dedikleri şey buydu heralde. Önce gözlerim kamaştı, anlayamadım, fark edemedim. Nedir diye sorguladım çıkamadım işin içinden. Gözlerimin kamaşması acı verdi biraz. Bakamadım hiçbiryere. Çok küçük bir ışık huzmesiydi belki de ama hiç ışık görmeyen bir göz için oldukça ağır bir yüktü bu. Ayağa kalktım hafifçe, korktum. Gerçek olan karanlıktı peki bu neydi? Işık denilen şey pencereden süzülüp aynaya geliyordu. Perdeyi açmadım korkudan. Ya daha fazla varsa, ya kör ederse beni diye. Anlam veremediğim şeyden korktum. Aynaya gittim, yavaşça ışık huzmesi üstümden geçiyordu şimdi. Aynanın karşına geldiğimde dilim tutuldu. Aynada ki ben değildim. Hergün karanlıkta kalkar, saçımı tarar, bakımımı yapardım. Peki orada ki benken burada ki kimdi! Farklıydım bu ışığın altında. Saçım farklıydı, gözlerim, bakışlarım farklıydı, tenim farklıydı… Her şeyim daha bir farklıydı. Karanlıkta ki siluetim yerine bambaşka bir gerçeklik vardı karşımda. Anlam veremedim. Çok korktum. Hangisi gerçekti? Eski halim mi yeni halim mi? İki tane ben nasıl olurdum. Çözemedim. Bir tarafım gölgeler içinde eski halimdi ama az bir bölümüm çok daha farklıydı.
O gün işe gitmedim. Dışarı çıkmaya korktum. Birazı bile beni muammada bırakmıştı, kafamı karıştırmıştı. Aynada ki bensem eski halim kimdi. Bilemiyordum. İkilemde kalmıştım ve kafam çok karışmıştı. Bir köşeye çekilip o huzmeyi inceliyordum. Yine dualarda buldum kendimi. Kendi içime kapandım. Ya dışarıda da her şey farklıysa aslında diye korktum. Belki korktuğum değişimdi yada gerçek sandığım bu karanlık dünyamın gerçek olmayışıydı. Anlam veremedim. Ama bu şekilde de eve kapanarak yaşamayacaktım. Çoktan bir grup arkadaşım telefonla benim ağzımı arıyordu. Ertesi gün dualarımın etkisinden midir bilemiyorum ama daha bir cesaretliydim. İçimden bir ses “Git ve hayatı bu huzmeyle gör birde.” diyordu.Tüm gücümü topladım ve perdeyi açtım. Beklediğim gibi çok ışık yoktu yine gökyüzünün bir yerlerinden ince bir ışık huzmesi süzülüyordu. Yine gittim giyindim, taradım saçlarımı. Bu sefer ışık altında yaptım bu işlemleri. Eski halimin aslında ne kadar bakımsız olduğunu fark ettim. Daha bir paspaldım iyi olduğumu sanırken. Anahtarımı alıp, arabama bindim.
Yolda giderken hala daha ışık huzmesi takip ediyordu. İnsanların yeni halleri tuhafıma gidiyordu ama merakta ediyordum acaba diğer insanlarda görüyor mu diye? Ofise vardığımda ilk iş güvenlikçiye sormak oldu. Arkadaşlarıma soramazdım. Çünkü dalga geçerlerdi yada delirdiğimi düşünürlerdi. Güvenlikçi garipsedi. Parmakla işaret ettiğim gökyüzüne baktı. Hayır anlamında başını salladı. O görmüyordu anlaşılan. Ofise girdim. Belki konuyu arkadaşlarıma açabilirim diye düşündüm. Girdiğimde pencere kenarında karanlıklar içinde Selim Bey oturuyordu tüm ihtişamıyla. Beni görünce selam vermek için ayağa kalktı. O anda gökyüzünden gelen ışık huzmesinin içine girdi fark etmeden. Şimdi yüzünün ve vücudunun yarısı ışık huzmesi içinde diğer yarısı karanlıkta kalıyordu. Gördüğüm manzara karşısında donup kalmıştım. Selam veremedim. Önce hayal görüyorum diye düşündüm. Ama gerçekti işte. Selim Bey’in yüzünün ışık altında kalan kısmı çirkindi. Saçı başı dağınık, gözleri bir tuhaftı. Giysisi de yamalı ve baya kötü durumdaydı. Karanlıkta kalan tarafı Selim Bey’in normal haliydi. Kafam karıştı. Selim Bey aslında çirkin bir insan mıydı? Yoksa ben mi hayal kuruyordum anlam veremedim. Ama o anda kafama takıldı; Selim Bey bu kadar değişebiliyorsa diğerleri nasıldır diye. Selam veremeden ilerledim. Şevket Beyi gördüm. Onun da bir kısmı aydınlanıyordu ışıkla. Ne kadar saf, temiz bir yüzü vardı. O çirkin adamdan eser yoktu. Giyimi de sade ve çok güzeldi. Ayrıca aydınlıkta kalan dudağı samimi bir şekilde gülümsüyordu. Devam ettim hızlıca. Demet’i gördüm ama ayrı bir şok oldum. O da çirkinleşmişti. Saçları seyrekti, gözleri felfecir okuyordu. Ya diğer kızlara ne demeli. Bir kısmı güzelleşmişti ama bir kısmı daha da çirkinleşmişti. Füsun Hanım’ı gördüm o anda. Ne kadar alımlı biri gibi gözüküyordu, asil bir duruşu, şefkatli bakan gözleri vardı. Hele çaycı Halil Amcaya ne demeli. O yaşlı çökmüş gözüken adam daha bir genç gözüküyordu. Bazı gençlerde yaşlı. Herkes değişmişti bir anda. Gerçek yüzleri miydi bunlar insanların yoksa ben mi çıldırıyordum anlam veremedim.
O gün boyunca kimseye ayak uyduramadım. İnsanların bakışlarından bana olan duygularını anlıyordum. En iyi arkadaşlarım dediklerimin bazılarının ışıkta kalan gözleri kıskançlıkla, öfkeyle bakarken, karanlıkta kalan kısımları samimi bakıyordu. Ne büyük ikilemdi! Evimi gittiğimde tüm olanları gözümden geçirdim.Sadece bir ışık huzmesi bu kadar değiştirir miydi hayatı. Yada hayat bu kadar farklı mıydı? Çok kafam karışmıştı. İnsanların ışık huzmesi altında ki görüntüsü farklıydı. İşin daha da tuhafı sadece insanlar değil eşyalarda tuhaflaşmıştı. Renklerin hepsi değişmişti. Bazı eşyalar göründüğünden daha da farklıydı. Anlam verememiştim bu olanlara. Yine dualarla yatağımda uyuya kaldım.
Böyle bir müddet geçti. Artık uyum sağlayamıyordum. İnsanların ışık altında kalan taraflarıyla, karanlık altında kalan tarafları farklıydı. Bir taraftan da şükrediyordum bu sadece ışığın küçük bir huzmesi diye.
Birkaç gün sonra biraz daha alışmıştım bu duruma. Ofise doğru yol almaya başladım. Trafik o kadar sorun olmuyordu artık. Çünkü bana düşünme zamanı tanıyordu. Yine ofise vardım. Klasik selamlarımı verdim. Bütün arkadaşlarımdan yine değiştiğime dair tepkiler aldım. Birkaç arkadaşımı da hakkımda dedikodu yaparken yakaladım. Ama alışmıştım çünkü zaten onların ışık altında kalan yüzlerinden böyle yapacaklarını biliyordum. Artık şunu fark etmeye başlamıştım. Işık altında kalan yüzler kişinin daha çok gerçeğini yansıtıyordu. O gün yine bu ortamdan sıyrılıp biraz hava almak için dışarı çıktım. Huzme hala şehrin üzerine iniyordu. Ama etrafta fark eden kimse yok gibiydi. Derken arkamda bir ses duydum. Bir adam oturuyordu yerde. Başını önüne eğmişti ve yüzü gözükmüyordu. “Işığı görüyorsun değil mi?” Şaşırmıştım. Evet anlamında başımı salladım. “Korkuyorsun değil mi? Endişelisin…” Yine onayladım ürkek bir şekilde. “Küçük bir huzmesi bile bu kadar değiştiriyorsa insanı bütün karanlığın ışığa döndüğünü düşünebiliyor musun? Nedir korkun? Endişen nedir? Gerçeklerle yüzleşmek bu kadar zor mu? Kendi gerçeğinle yüzleşmekten korkuyorsun. Etrafında ki gerçeklerden kaçıyorsun. Peki ne kadar kaçacaksın daha? Karanlık, ışığın yokluğudur sadece. Işık geldiğinde karanlık yok olur. Işık gerçektir. Artık farkına var.” Bu sözler karşısında şok olmuştum. “Peki neden ben görüyorum? Niye bir başkası görmüyor?” diye sordum adama. Adam yine hafif bir ses tonuyla cevapladı: “Çünkü bunun için belki de en uygun zemin sendeydi. Sonra dualarla sen istedin fark etmeden. Sen önce kabullenmelisin ki bulunduğu ortama ışık yaymaya başlayasın. Korkma… Sonuna kadar ilerle. Gerçekle yüzleş.”  Bu adamın son sözleri oldu. Ayağa kalkıp uzaklaştı.
Eve vardığımda adamın dediklerini sorguladım. Gerçekten korkuyordum. Kendimle yüzleştim. Olanlarla yüzleştim. Ve fark ettim gerçekten de gerçeğin ışık olduğunu. Artık daha bir farklıydım. Cesaretliydim. Tüm gerçeği görmek istiyordum. Ve o gece tüm kalbimle dualarda buldum kendimi yine. “Karanlığımın yok olmasını, aydınlığa kavuşmayı diliyorum.” Diye akışa bıraktım kendimi.
Ertesi sabah kalktığımda gözlerimi açamadım önce. Kamaştı gözlerim. Sonra açmayı başardığımda anladım nedenini. Penceremden içeri ışık giriyordu. Artık heryer aydınlıktı. Kalbim küt küt atıyordu. Odama baktım. Her şey ne kadar da farklıydı? Renkler, eşyalar, şekiller her şey çok farklıydı. Aydınlık gelmişti dünyama. Yeni bir farkındalığa erişmiştim. Koşarak tüm perdeyi çektim. Ve daha fazla ışığı odama aldım. Şehre baktım. Karanlık yoktu, heryer aydınlıktı. Artık gülüyordum. Korkmuyordum. Her şeyi anlıyordum. Büyük bir sevinçle kendimi sokağa attım. Yürüyerek gittim işe. Işıkta her şeyi görmek istiyordum. O rengarenk güzel çiçekleri, hayvanların rüzgarda titreşen tüylerini, bazen insanların o sıcacık gülümsemelerini, gerçek gökyüzünün rengini… Her şey daha gerçekti. Bu güzel yanların yanında kötü manzaralarda vardı. Ama bu da benim gerçekliğimdi. Kaçmadım onlardan da.  Ofise vardığımda herkesin bütün hallerini görebiliyordum. Herkesin bana bakışı da farklıydı. Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı.
Anladım ki karanlık yoktu. Karanlık sadece ışığın yokluğuydu. İnsanlar karanlıkta saklanabilirdi ama ışıkta asla.  Zaman içinde o ışığı başkalarının da görmesini sağladım. Diğer ışığı görenlerle toplanmaya ve insanların göremediği karanlıkta ki sorunlara çözüm aramaya başladık. Ve bir sabah ofisin önünde bembeyaz takım elbiseli çok dinç gözüken bir beyefendi gördüm. Bana gülümsüyordu samimi bir şekilde. Anladım ki bana yardımcı olan fakir görünümlü kişi aslında bana yardım eden kocaman yüreği olan bir bilgeydi…  Son kez bana tekrar şunu söyledi “Karanlık, ışığın yokluğudur ve ışık yanmadan karanlık yok olmaz…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder