Yazar: Efe Elmas
Dışa yapılan her yolculuk aslında ruha yapılan küçük gezilerdir. Ruh, aradığı desteği ve maneviyatı bulmak için bazen insan bedenini şehirden şehre sürer. Bu gidişlerde ruh istediği tatmine ulaşana kadar sizi sürükler.
Üç arkadaş, gece 12’de oturmuş, karanlık geceye bakarak, yanan mum eşliğinde sohbet ediyorduk. İçsel sıkıntılarımızdan, hayattan, aşktan, dostluktan konuşup, hafif bir müzik eşliğinde anın tadını çıkarıyorduk. Derken arkadaşlarımdan biri “Neden hayatı istediğimiz gibi yaşamıyoruz” dedi iç sıkıntısını dile dökerek. Biz de ne istediğini sorduk. “Mesela şu an bir otobüse atlayıp başka bir şehre gitmek istiyorum. Özgür olmak istiyorum” dedi. Açıkçası aynı dileği ve isteği beş dakika önce ben de çok içimden geçirmiştim. Hani bir başka şehre gitmeden önce içimizde bir heyecan olur ya, o heyecanı özlemişti ruhum. Belli ki arkadaşımın ruhu da aynı şeyin özlemini yaşıyordu. “Peki öyleyse kalkıp gidelim” dedi öbür arkadaşım.
Ruhu yolculuğa çıkmak isteyen arkadaşım şaşırdı; “şaka yapıyorsunuz herhalde”, bizde üsteledik “hayır gidebiliriz.” Ve o an yolculuğa çıkmaya karar verdik. Plansız, amaçsız, özgürce bir yolculuğa… Ruhumuz, başka bir şehre yolculuk istiyordu ki, böylece aynı zamanda kendi ruhumuza yolculuk yapabilecektik. Ve ruhun özgürlüğünü deneyimlerken, sabahı başka bir şehrin havası ve enerjisinde geçirmenin güzelliğini yaşayacaktık.
Hemen hazırlandık ve apar topar çanta hazırlayıp taksi çağırarak otogarın yolunu aldık. Manisa otogarına vardığımızda ilk başta planladığımız şehir olan Aydın’a biletin olup olmadığını sorduk. Yetkili, bu saatte bulamayacağımızı söyleyince biz de başka hangi şehre bilet bulabileceğimizi sorduk. Cevap Bursa’ydı. “Hemen şimdi bir Bursa arabası kalkıyor” deyince biz hemen Bursa’ya bilet aldık. Anlaşılan Bursa bizi çağırıyordu.
Koltuklarımıza oturup, gece yolculuğunun tadını çıkarmaya başladık. Üçümüz de, içimizde bir huzur ve keyifle bilinmeze doğru yollara dökülmüştük. Mantığımızı devre dışı bırakıp, ruhumuzun istediğini yapmıştık. Bu süreçte ben uyku ile uyanıklık arasında gezinirken, bir vizyon gördüm. Bursa şehrinde mavi bir enerji bulutu bizi bekliyordu. O an içimden “Burada maneviyatı güçlü biri bizi bekliyor” dedim ve o mavi enerjinin biz şehre girdiğimizde nasıl da bizi saracağını gördüm. Uyku ile uyanıklık arasından çıktığımda, yaşadığım deneyimi düşündüm ve anladım ki; bu gezi, basit bir gezi olmanın dışında “manevi” bir geziyi de barındıracaktı.
Otobüsten indiğimizde saat beşi çeyrek geçiyordu. İlk olarak öğlen 12’ye biletlerimizi Manisa’ya alarak kendimizi garantiledik, sonuçta derse geç kalmak istemiyorduk. Sabahın bir köründe acaba ne yapsak diye otogarda bir sağa bir sola şaşkın bir şekilde dolandıktan sonra, gevrek-çay ile kahvaltı yapmaya karar verdik. Böylelikle saat 10’a doğru öğle yemeği niyetine meşhur Bursa iskenderini yiyebilirdik. Kahvaltı sırasında arkadaş bolca türbe olduğunu dile getirdiğinde, otobüste gördüğüm şeyin bir türbe olacağı aklıma geldi. Aklıma gelmesiyle duamın dilime düşmesi bir oldu “Bursa’nın erenlerine, ermişlerine ve gelmiş geçmişlerine selam olsun. Ey bizi bekleyen ermiş, Allah’ın izniyle bizi türbene götür, böylece sana dua edebilelim ve maneviyatından faydalanabilelim.” Ardından diğer tüm erenlere gönülden dua ederek bu yolculuğun ruhumuzu aydınlatmasını diledim.
Dışa yapılan her yolculuk aslında ruha yapılan küçük gezilerdir. Ruh, aradığı desteği ve maneviyatı bulmak için bazen insan bedenini şehirden şehre sürer. Bu gidişlerde ruh istediği tatmine ulaşana kadar sizi sürükler. O yüzdendir ki başka şehri gezmeye giden herkes, tuhaf bir huzuru ve mutluluğu hisseder. Çünkü bu mutluluk, içsel yolculuğun bilinmeyen diyarlarına yolculuktur. Bazen bu yolculukta gördüğümüz bir şey, duyduğumuz bir ses veya tanıştığımız bir insan bizim ruhumuzu aydınlatabilir. Bazen de yolculuklar manevi destek almak içindir. Şüphesiz ki, ister içe ister dışa olsun, tesadüfî bir yolculuk yoktur.
Kahvaltı sonrası otobüse atlayıp merkeze doğru yol almaya başladık. Bursa, naif ve mistik bir şehre benziyordu. Hoş dokulu evleri, üzerine sinmiş hafif sisi, sessizliği içerisinden gelen bilgeliğiyle belli ki, birçok hikâyeyi barındırıyordu. Otobüs, sonunda istediğimiz durakta durduğunda (Tabi ki şoförün yardımlarıyla), inip biraz yol kat ettik. Bu yolun sonunda koskocaman bir camiye geldik. Camiyi gördüğümüzde hepimiz hayran kalıp incelemeye başladık. Büyük duvarları, muhteşem mimarisiyle çok haşmetli ve yaşlı bir cami duruyordu karşımızda. Arkadaş burasının Ulu Camii olduğunu söylediğinde, niye bu kadar hayran olduğumuzu anlamak daha kolay oldu.
O sırada üç tane yaşlı teyze yanımızdan geçerken sırayla sırtlarımızı sıvazladılar ve “Allah yolunuzu açık etsin.” Diyerek camiye girdiler. Teyzelerin hayır duaları, anneannemi hatırlattı o an. Anneannem de tanıdığı tanımadığı herkesin sırtını sıvazlar ve onlar için dua ederdi. Bu an, bana sırf bunun için bile buraya gelmeye değdiğini hissettirdi. Karşılıksız edilen dua ve karşılıksız hissedilen sevgiden daha değerli daha saf ve daha güçlü bir manevi deneyimin olabileceğini sanmıyorum. Bu, ruhunuzun içine işleyen birer ilahi ışık huzmesi gibidir. Ruhunuz bu sıvazlayan mübarek ellerin şefkatiyle huzurlanır, edilen dua ile yükselir. O yaşlı mübarek dudaklar, adeta Allah’ın kelamını ve selamını iletir. Çok kişi –fark etse de, etmese de- bu duaların yardımı ile ruhunu boğucu karanlıktan çıkarıp ışığı solumuştur.
Hemen ayakkabılarımızı çıkararak caminin içine girdik. İçeri girer girmez duaların yarattığı enerji ruhumuzu sarmaya başladı. Ruhumuz, ibadet edilmekten dolayı maneviyatla bütünleşmiş bu yerin enerjisini hemen özümsedi. Bir grup insan Kuran’larını açmış dualar okuyordu. Ortada kocaman bir havuzu, duvarlarda ince hat sanatıyla bezenmiş Arapça yazılar vardı. İçeride biraz gezindikten sonra gönlümüzden geçtiği gibi dua etmeye başladık. Zira bu camiye giripte, bir kişinin dua etmemesi mümkün değildi. Biraz daha gezdikten sonra çıkıp tekrar yola koyulmaya başladık.
Ulu camiye bakan ana caddeden karşıya geçip biraz ara sokaklarda gezmeye başladık. Hisara doğru ilerledik ve hisarın içerisinde gezmeye başladık. Sokaklar arasında gezerken nasıl olduysa çok mütevazı bir türbenin önünde bulduk kendimizi. “Köpüklü dede” diye yazılmış basit bir levha, bir mezar taşı dışında süslü bir binası yoktu. O an içimden bir ses “Bu mütevazı türbe gibi mütevazı ve aydın bir ruha sahip burada yatan ermiş” dedi. Levhada şöyle yazıyordu;
“Halk arasında köpüklü sultan , köpüklü dede olarak anılan yüksek mezar taşları ve lahitten oluşan mermer bir kabirdir...mezar taşında "derviş mehmed bin hamdi şehr baba" yazılıdır...yanında daha önce mevcut bulunan medrese ya da mescidin haziresi olması muhtemeldir...”
“Burada dua etmek istiyorum” deyip dua etmeye başladım. O anda Reiki enerjisi bütün gücüyle akmaya başladı, tüm vücudumu muhteşem bir sıcaklık ve enerji doldurdu. O an anladım ki, otobüste hissettiğim zatı muhterem bu kişiydi. Her ne kadar kim olduğunu (hatta bu türbenin gerçek olup olmadığını bile) bilmesem de, hissettiğim derin huzur doğru yere çekildiğimizi hissettirdi. Biraz daha dua edip, yolumuza koyulmaya devam ettik.
Hisarın surlarına yaklaşıp biraz Bursa’nın güzel görüntüsünü seyrettikten sonra yola devam ettik. Şehri gezdikten ve merkezde bulunan bir türbeye daha dua ettikten sonra bir yere oturup dinlenme ihtiyacı hissettik. Tophane civarında, daha önce uğradığımız Hisar’ın üstünde bir park olduğunu ve orada çay bahçesi bulabileceğimizi öğrendik. Kolayca bulduk ve kafenin bulunduğu alana girdik. (Burası aynı zamanda şehitlikti). Şehitliğin orada da birer dua edip, önce saat kulesini inceledik ve sonra oradan bütün Bursa’nın ayaklarımızın altında olduğu müthiş manzarayı izlemeye koyulduk. Hafif yağan yağmur ve sisli havasıyla muhteşem gözüküyordu. Bu görüntünün tadını çıkarıp, ruhumuzu doyurduktan sonra oradaki kafeye girip bir şeyler içmeye karar verdik.
Kafe, saat kulesine ve ağaçlara bakan bir köşedeydi. Oturulacak şekilde dış kısmı camlarla kaplamışlar ve sıcak bir ortam yaratmışlardı. Kafede ısınmaya çalışırken saatin 9’a yaklaştığını gördük. 10 gibi her yerin açıldığını öğrendiğimiz için acele etmeden yavaş hareket ediyorduk. Gerçekten hepimiz için keyifli bir deneyimdi ve bir yandan ben kendi iç dünyama dönmüştüm. Var olan her şey sanki bir yansımaydı ve bana bir tarihi, bir öyküyü anlatıyordu. O an en ilginç deneyimlerimden birini yaşadım.
Çay-kahve eşliğinde sohbet ederken bir yandan kafenin camlı duvarlarından saat kulesine ve yıllanmış ağaçlara bakıyordum. O an arkadaşlarımdan, kafeden, dünyadan ve her şeyden soyutlandığımı hissettim. Tuhaf bir his tüm benliğimi doldurmaya başladı. Gözlerim açık olmasına rağmen her taraf sisler içerisinde kalmış ve mavi bir sis perdesi arkasında kaybolmuştu. Mavi sis perdesi arasından bir siluetin bana yaklaştığını gördüm. Kocaman dikkat çekici beyaz kavuğu, uzun yuvarlak ak sakalı, güçlü yüz hatları ve kararlı-güçlü bakışları ile çok güçlü bir ruh karşımda duruyordu. Ruhun enerjisi o kadar güçlüydü ki, varlığını her zerremde hissediyordum. Ruhun gözleri enerji fışkırıyordu. Kadim bir sessizlik içerisindeydi. Sadece tek bir hareket yaptı. Sol elini yere paralel olacak şekilde kaldırdı ve işaret parmağıyla (bana göre) sağ tarafta bir yeri işaret etti. İşaret ettikten sonra bir anda tüm bağlantı koptu ve kendimi yeniden kafede elimde çay bardağımla buldum. Bu anlık deneyim açık ve netti. Bu zat, bana mezarını göstermişti. Binlerce soru geldi aklıma “Hangi türbe, nerede, sağ tarafta dağlarda mı yoksa şehrin ucunda yeşil türbe denilen yerde mi?” Soruları bir kenara bıraktım, zamanım azdı ve gezmem pek mümkün değildi.
Bazen çok güçlü ruhani deneyimler yaşarsınız. Bu görüntüler dünyanın bir ucuna ait olabilir veya yaşamınızla çok alakasız olabilir. Her görüntü ve deneyimi önemli atfedip sıkı sıkı tutamazsınız. Çünkü ruh, aynı anda birçok olasılığı hisseder. Bazen derin ruh hallerinde, dünyanın bir ucunda çocuğunu yıkayan bir kadını vizyon olarak görebilirsiniz. Ya da bilmediğiniz bir ülkede ağlayan bir anneyi, bilmediğiniz bir sokak arasında gülen çocuklara hatta Eiffel kulesine bakan bir mezarlığa gömülen bir insanı görebilirsiniz. (Hatta böyle bir mezarlık olduğunu bile bilmezsiniz.) Bu görüntüler o anda gerçekten var olan şeyler olabilir. Bunu görmenizin sebebi yaşadığınız anlık derin ruh hali ile farklı olasılıklara “seyirci” olmanızdır. Bu görüntüler şimdiye, geçmişe, geleceğe ait olabilir.
Ama bu gördüğüm belli ki “seyirci” olmanın ötesinde bir görüydü, yine de çok fazla önemsemek istemedim. En nihayetinde hem çevreme bunu açıklamak hem de bu deneyimin peşinden koşmak zordu. Zaten yolculuğumuz da plansız olacaktı. Amaç buydu nasıl olsa.
Çay kahve paramızı ödedikten sonra içgüdüsel olarak garsona “Orhan Gazi ve Osman Gazi türbeleri nerede?” diye sordum. O sırada sokak isimlerine bakarak Osman Gazi ve Orhan Gazi türbelerinin yakında olduğunu tahmin ettik. Buraları biraz bilen arkadaşta sohbet arasında buralara yakın olduğunu dile getirmişti. Garson hemen sağ taraftaki iki büyük binaların onların türbeleri olduğunu söyledi. Gökte aradığımız yerlerin burnumuzun dibinde olduğunu öğrenince şaşırdık. Zira girerken bu iki binayı görsek de türbe olduğunu hiç düşünmemiştik. O anda tek odaklandığımız sıcak bir mekândı.
Hemen kafeden çıkıp biraz ilerideki sağ tarafta bulunan binaya girdik. Osman Gazi türbesi olduğunu öğrendiğimiz bu türbeye girer girmez muhteşem bir enerji bizi sardı. Çok yüksek bir titreşimi olan bir yerdi ve mezar tüm haşmetiyle gözlerimizin önündeydi. Tüylerimizin diken diken olduğunu hissettik ve sevdiklerimiz için dua ettik. Ardından oradan çıkıp onun hemen karşısında bulunan Orhan gazi türbesine girdik. Türbeye girmemizle, benim donup kalmam bir oldu. Türbe içerisindeki OrhanGazi’nin mezarının üzerine konan kovuk tam olarak benim gördüğüm ruhun kafasındaki kovuğun aynısıydı. Gördüğüm ruhun kafasında durduğu gibi, mezarın üstünde de tüm haşmetiyle duruyordu. O an kafede otururken ruhun işaret ettiği yönün tam olarak bu türbeye denk geldiğini fark ettim. Bana ruh, bu türbeyi işaret ediyordu. Kovuğun aynı olmasına ve ruhun işaret ettiği yerin burası olmasına bakılırsa gördüğüm Orhan gaziydi. Zaten buranın enerjisi çok daha yüksekti ve insanın içini tuhaf bir his ile dolduruyordu. Dualarımızı ederken içimize huzur doldu (En azından benim içime… Çünkü arkadaşlarım büyük olasılıkla türbelerden biraz korkmuşlardı ve rüyalarına girmemelerini umut ediyorlardı). Aldığım çağrının peşinden gitmem için çok çaba göstermem gerekmediğini anladım, hayat olmamızın gereken yere kendi akışında bizi götürüyordu zaten. Bir şekilde davete icabet etmiştim. Bu geçmiş zatları görmenin ve Allah’a onların vesileleri ile dua etmenin hazzı ile oradan ayrılıp, yemek yiyeceğimiz yere doğru yola koyulmaya başladık.
Ruhumuz, dualar ve maneviyatla doysa da, bedenimiz açlığını dile getiriyordu. Açık İskender döner satan bir yer bulamasak da, yine oraya ait meşhur olduğunu duyduğumuz pideli köfte ile (giderseniz yemenizi tavsiye ederim) karnımızı doyurduk. Tatlı olarak Kemalpaşa tatlısını da yiyip, otobüs duraklarında soluğu aldık.
Öğlen 12 civarlarında otobüsümüze binmiş ve Manisa’nın yolunu almıştık. En nihayetinde yaklaşık beş saatlik bir yolculuk sonunda beşe çeyrek kala Manisa’ya varıp, apar topar derse yetişebildik.
Yolculuk hepimiz için biraz maliyetli ve yorucu olsa da, getirdiği değerler ve paylaştığımız anlar paha biçilemezdi. Hepimiz ruhumuzu özgür bırakmış ve kendi içsel deneyimimizi yaşamıştık. Yolculuk bir an olsun bizi dünyanın dertlerinden, üzerimize yıkılan sorumluluklardan ve beynin akıl almaz ilizyonlarından uzaklaştırmış, dostluğun verdiği güven ve samimiyetle bizi huzura taşımıştı. Erenleri selamlamış, yüzyıllık camide dua etmiş, teyzelerin duasını almıştık. Aynı zamanda Bursa’nın mistik havasını solumuş, bize eşlik eden yağmur damlalarıyla birlikte surları, sokakları, kapalı mağazaları gezmiş, yemek yiyip, manzarayı seyrederek keyif almıştık. Ruhumuz özgürlüğüne kavuşmuş ve aradığını bulmuştu. Böylece bu yarım günlük gezi, bir ömürlük anıya dönüşecek ve ruhumuzda unutulmaz bir parçaya dönüşerek bizim de varlığımızın bir parçası haline gelecekti. Bizi çağırdığı ve kabul ettiği için Bursa’ya teşekkürler…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder