Yazar: Efe Elmas
Anadolu Mistikleri
Anadolu toprakları, sırlara ve eski hikâyelere ve mistiklere ev sahipliği yapmaktadır. Bu mistikler, Anadolu topraklarında farklı isimlerle anılmıştır ama her biri farklı bir yolu ve farklı bir hikâyeyi anlatır.
Anadolu, doğunun ve batının bilgeliğini içinde barındırmaktadır. Birçok kültüre, medeniyete ev sahipliği yapmış ve bu kültür birliğiyle yoğrulmuştur. Eski mistik medeniyetlerin yükselişlerini yaşadığı, erenlerin göçler ile yerleştiği topraklardır. Nice farklı bilgeliği, nice yapboz parçasını bir arada bulundurmuş ve bize büyük resmi göstermiştir. Bu yüzden kültürlerin çemberini içermektedir.
İşte bu yüzden Anadolu toprakları, sırlara ve eski hikâyelere ev sahipliği yapmaktadır. Tabi ki birde bu sır ve hikâyeleri taşıyan mistiklere… Bu mistikler, Anadolu topraklarında farklı isimlerle anılmıştır ama her biri farklı bir yolu ve farklı bir hikâyeyi anlatmaktadır. İslamiyet, eski antik dinler, Şamanizm, ilhamlar ve nicelerinin bir bileşiğini oluşturur bu öğretiler. İşte bu bilgelik sentezi, bu öğretileri ve aktarımları özgün kılmaktadır. Bunlar; ocaklılar, şerbetliler, şifacılar, lokman hekimin yolundan yürüyenler, Cindarlar, Yadacılar, görücü analar ve dedelerdir.
Ocaklılar
Ocaklama deyimi bir Anadolu mistiğinin (genelde şifayla, görüyle ve bazı büyüsel formülle uğraşan yaşlı bayanların) aileden gelen birine el vererek, ona sırlarını aktarmasıdır. Bu kişilere ocaklı denmektedir. Genelde yaşlı ocaklı, yeni doğmuş bebeği zeytinyağı ile kutsayarak, alın çakrasına enerji yüklemekte ve kendi büyüsel-görüsel yetilerini bebeğe aktarmaktadır. Burada okunan bazı dualarla zeytinyağı göz kapaklarına ve alnına dayanmakta ve nefes verilerek aktarım yapılmaktadır. Bu şekilde bir el verme işlemiyle kişinin ruhsal bağlantısı güçlenmekte ve ocaklayan kişinin tüm ruhsal hafızası-yetileri, bir sonraki nesle geçirilmektedir.
İçerisinde birçok Animist ve panteist geleneği de bulundurduğu için ocaklılara “Anadolu cadıları” deyimi de kullanılmaktadır. Bunun sebebi büyüsel yöntemlerdir ve cadılık prensiplerine çok benzer kuralların olmasıdır. Lakin bu Animist ve Panteist gelenek İslami motiflerle süslenmiştir. Ortaya tam anlamıyla farklı bir kültür çıkmıştır.
Kültür incelendiğinde Kuran'dan bazı sureler ve Animist inançlarla bezenmiştir. Bunların yanı sıra bolca tekerlemeler mevcuttur. Mesela uygulamalar arasında bir taş parçasının üzerine ocaklının içinden geçen tılsımı çizmesi, sonra üzerine İhlâs ve Fatiha surelerini okuyarak, fırına atması gibi işlemler bulunmaktadır. Bazen de bu Kuran’dan bir sure yerine, hızlıca söylenen ve uyaklı tekerlemeler olmaktadır.
Yukarıda da verilen örnekte olduğu gibi bu sihirsel uygulamalar, antik geleneklerdeki cadılık uygulamalarını bize hatırlatmaktadır. Bunun en temel sebebi eski Şamanik gelenekten günümüze gelmiş bilgiler içermesidir. Kamanaların yöntemlerini taşımaktadır. Her varlığın bir ruhu olduğuna inanılır ve genelde bu kişilerin başlarında, her varlığın ruhuyla kolayca konuşabilen "ana" denen kişilerden bahsedilir. Bu "ana" denen kişiler biraz önce de söylediğimiz gibi genelde Anadolu cadılarının başlarıdır ve antik dinlerdeki Tanrıça formuna denk gelmektedir. Söylencelere bakarsanız bazı anaların bedenli mi bedensiz mi olduğunu anlayamazsınız. Bunlar her şeyi bilen bilge varlıklardır.
Bazı ocaklı kültürlerinde ise Fatma Ana'dan bahsedilir. Fatma Ana ve onun eli, tılsım niteliğindedir ve her derde devadır. Onun eliyle görür, onun eliyle her işlerini yaparlar. El vermenin sembolleştirilmiş halidir. Bu el, şifa verir, her şeyi görür ve bilgeliğin anahtarıdır. Fatma ana, Hz. Muhammed’in sırrını taşıyan kızıdır. Hz. Fatma, Anadolu kültürünün birçoğunda temel taş olmaktadır.
Şerbetliler
Şerbetli deyimi halk arasında tüm zehirli böcek, akrep ve yılanlara karşı korunan anlamına gelir. Şerbetliler bu tür zehirli varlıklardan korunanlardır ve genelde bazı şerbetliler başkalarındaki bu zehirleri çıkarabilmekte ve diğer zehirli akrepleri kontrol edebilmektedirler. Halk arasında ocaklılarda olduğu gibi bir ritüele sahip olan şerbetlenme geleneği de atadan ataya geçer. Şerbetli, şerbetini yani elini bir başka akrabasına (torununa, çocuğuna) verir. Bu eli alan kişi, başkalarındaki yılan ve akrep zehirlerini çıkarabilme ve onları etkisiz hale getirebilme yeteneklerine sahiptirler. Genelde köydeki insanları bu şekilde şifalandırırlar ve zehri vücut içinde kontrol edebilirler. Anadolu'da hala çokça karşılaşılmaktadır.
Şifacılar
Anadolu kültüründeki şifacıların birçok farklı çeşidi vardır. Her şifacının yöntemi farklıdır. Yine birçoğunda el verme ritüeline denk geliriz. Şifacılarda el verme geleneği, ocaklılara nazaran daha farklı olmaktadır. Bu gelenekte, uyumlamayı yapan kişi, aktaracağı kişinin elini tutar ve “Fatma ananın eli senin elin olsun” diyerek karşıdakinin ağzının içerisine tükürür ya da tükürüğünü ağzına sürer. Bu işlem sonrası “Fatma ananın ağzı senin ağzın olsun” denilir. Bu şekilde, kişiye şifa gücü aktarılır ve artık belirlenen bir duayla (dua genelde sırdır, geleneksel olarak aktarılır) kişi üfleyerek veya üç kere hafif tükürerek (tü tü tü) şifa verebilir. Bu dualarla şifa vermenin yanı sıra, kem göz ve kötü varlıklar uzaklaştırılabilir.
Bir diğer şifacılar ise kurşun dökenlerdir. Bu kültür ilkine göre çok daha canlı ve aktiftir. Çevrenizi biraz araştırırsanız kurşun dökmek için el almış birilerine muhakkak denk gelebilirsiniz. Bazı gelenekler sadece bayanlardan bayanlara geçebileceğini söylerken, bazı geleneklerde böyle bir sınırlama yoktur. Var olan hastalığın veya negatif blokajın kurşuna aktarılması mantığını içerir. Kurşun dökme ritüeli birçok kültüre göre değişse de genelde şu şekilde yapılır:
Kurşunu döken kişi 3 İhlâs bir Fatiha okuyarak işe başlar. Gerekli duaları ve gerekli sayıdaki besmeleyi çekerek kurşunu eriteceği kaba koyar. Öte taraftan bir tasa yarıya kadar suyla doldurur. Bu işlemler yapılırken Nas, Felak, Cin ve çeşitli nazar duaları okunur. Ardından tas, bir tepsiye konur. Tepsiye çeşitli araç-gereçler konur. Bunlar çok değişiklik göstermekle beraber makas, iğne-iplik, çocuk ayakkabısı, toprak veya taş gibi şeyler olabilir. Ardından dualar eşliğinde kişinin üstünde tutulan suya, eriyen kurşun dökülür. Yine bazı geleneklerde bu dökülen sudan, hastaya biraz içirip, bu suyla kişinin elinin yüzünün yıkanması gerekmektedir. Bazı kurşun dökenler, bu şekilleri yorumlayarak fal bakarlar. Nazarı kimin değdirdiği, yakında nelerin beklediği gibi anlamlar çıkartılır.
Lokman Hekim ve Şahmeran Kültü
Bu bilgeliğe sahip olanların asıl ilgi alanı "bitkilerdir". Bitkilerin sırlarına vakıftırlar ve bitkilerle konuşabilmektedirler. Her bir bitkinin ne işe yaradığını hem büyüsel hem de şifa amaçlı bilirler ve içsel olarak en doğru karışımları yaparlar.
Rivayetlere göre bu sırları, Şahmeran'ın etini yiyerek bitkilerin dilini öğrenen Lokman Hekim'den elde etmişlerdir. Anadolu inancında lokman hekim tüm bitkilerle konuşabilen ve onların sırlarını öğrenebilen bir bilgedir. Hikâye kültüre göre değişse de, lokman hekimin sunduğu bilgelik aynıdır; Bitkilerin sırlarını taşır ve bu sırları aktarmayı amaç edinir.
Bu bilgeliğe göre, her bitki kendisine ait bir bilinci taşımaktadır. Fiziksel görünümü de içerdiği bilgeliğin veya şifanın parçasını yansıtır. İşe yaramayan bitki yoktur sadece doğru kullanımı vardır. Kimisi kaynatılarak, kimisi balla veya ona göre bir macunla karıştırılarak, kimisi de taze olarak tüketilmelidir. Çok hassas bir konudur ve yanlış karışımlar çok ciddi zehirlenmelere sebep olabilmektedir.
Sadece bizim kültürümüzde bu bitkilere odaklı sistem mevcut değildir. Eski kültlerdeki sadece bitkilerle ve bitki Majisiyle uğraşan Hedgewitch ve Ayurveda’da bitki bilimiyle uğraşan gruplar bu kültürümüze benzetilebilir. Aynı şekilde bitkilerle konuştuğu söylenen Kızılderili bilgeliğiyle de çok benzerdir. Hatta bazı Psikedelik Şamanik öğretilerde, bu bitki karışımları (özellikle sanrılandırıcılar) kullanılmaktadır. Halüsinojenik (sanrılandırıcı) bitkilerin doğru karışımlarıyla, evrensel boyutta yolculuk edildiği hatta bu sanrılara sebep olan bitkilerle konuşulduğu rivayet edilmektedir. Bu Anadolu dışındaki antik medeniyetlere göre, bu kilit sanrılandırıcı bitki ve mantarlar, bitkilerin ve evrenin sırrını öğrenmenin en kısa yoludur.
Anadolu’da da bu kültür hepimizin evinde ve ailesinde devam etmektedir. Hepimiz, annemizden, anneannemizden ya da babaannemizden, nane-limon kabuğu, elma-armut- tarçın çubuğu karışımı ve çeşitli oların karışımları gibi farklı tarifler duymuşuzdur. Özellikle Anadolu bitki çeşitliliği yönünden çok bereketli topraklara sahiptir. Neredeyse yetişmeyen bitki yoktur. Bu yüzden bu sırların, bu topraklar üzerinde devam etmesi gayet doğal gözükmektedir.
Cindarlar ve Cinciler
Bedensiz varlıklar ve onlarla iletişim eski Anadolu kültlerinde çokça geçmektedir. Gök – Tengri dininde ata ruhlara büyük saygı duyulurda ve şamanlar onlarla irtibata geçebilirlerdi. Daha sonraki nesilde ise bedensiz varlıklarla görüşme yeteneğine sahip olma, bir ilim olarak aktarılmıştır. Bu öğretilere göre ulvi ruhlar (göğün ruhları) ve sufli ruhlar (yerin ruhları) vardır. Şaman bunlar arasındaki dengeyi sağlamakla yükümlüdür.
Anadolu kültüründeki, Cindar kelimesi Cinlere hükmedebilen anlamına gelmektedir. Bu kişiler Cincilerden farklıdır. Çünkü Cinciler, Cinleri kendi istekleri doğrultusunda çağırıp yoğun majikal çalışmalarla kontrol altında tutmaya çalışmaktadırlar ve genelde başarısız olmakta, ciddi obsesyonlara hatta posesyonlara sebep olabilmektedirler.
Cindarlar ise Cinlere hükmedebilme ve onlarla iletişime geçme konusunda "doğal bir yeteneğe" sahip olmaktadırlar. Bu yetenekler el verme yöntemiyle geçmemekte ama nesilden nesle bir şekilde aktarılmaktadırlar. Cindar olan kişiler bu yeteneği seçmemiş olabilirler. Genelde çok rahat Cinleri görürler ve zorlanmadan onları kontrol altında tutup, kovabilirler. Rahatça onları toparlayabilirler ve başkalarına musallat olmuş Cinleri uzaklaştırabilirler.
Böyle kişilerin çevrelerinde onlara bağlı onlarca hatta düzinelerce Cinler olduğu söylenir. Bir Cindar öldüğünde var olan Cinleri nesilden bir sonraki kişiye geçer veya serbest kalarak özgürleşirler. Serbest kalıp kalmayacağını ya da nesilden nesle aktarılıp aktarmayacağını Cindar belirler. Eğer Cindar öldükten sonra serbest kalmalarına izin verirse öldükten sonra Cinler özgür kalır, lakin bu konuda bir izin vermeden ölürse direk nesildeki bir sonraki kişiye geçer. Bu özgür bırakma konusunda bazı sakıncalar olduğu söylenegelmektedir. Zira uzun süre hapis hayatı yaşayan Cin, kişi ölüp özgür kaldığında, nesildeki diğer insanlara saldırma çabası içine girebilmektedirler.
Belki de Anadolu kültüründeki en karanlık geleneklerden biridir. Cindarlar bu yüzden genelde yalnız kişilerdir ve her iki âlemi de çok rahatlıkla görürler. Onlara göre Cinler âlemi ve insanlar mevcuttur. Bu iki âlem arasındaki geçişi rahatlıkla görebilmektedirler.
Yadacılar
Eski Türk ve gök tanrı inancında mevcut olan Yadacılar, kutsal bir taş olan ve elementleri kontrol edebilen Yada taşını kullanabilenlerdir. Yada taşı, yağmur ve kar yağdırma, fırtına çıkarma ve havayı kontrol etme gibi ilginç özellikleri olan mistik bir taştır. Bu yüz n birçok kültürde adı “yağmur taşı” olarakta geçmektedir. Bu taşı, farklı şekilde tasvir edilen majikal bir taştır. Eski Türk komutanlarının sıkça kullandığı ve savaşları kazanmakta önemli bir rol üstlendiği anlatılmaktadır. 449 yılında meydana gelen bir savaşla ilgili Çin kayıtlarında şunlar geçmektedir:
Evvelce Kuzey Hunlar’ın idaresinde bulunan Yüceban ahalisinde öyle kâhinler vardır ki, Cücenler’in saldırışlarına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur yağdırırlar, fırtına çıkarttırırlar. Cücenler’in onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı.
Bu kayıtlardan da anlaşılabileceği gibi bir çok tarihi kayıtta Yada taşı geçmektedir. Çin, Arap, Fars, Osmanlı kaynaklarında Türklere özgü bu taşla ilgili birçok kayıt yer almaktadır. İslam araştırmacısı olan İbn-ül Fakih’in tarihi kayıtlarında yer alan, Horasan Emiri İsmail b. Ahmet'in Ebul Abbas'a anlattıkları şu şekildedir:
Yirmi bin kişi ile Türklere karşı savaşa çıktım. Karşımızda baştan ayağa kadar silahlı altmış bin Türk vardı. Bunlardan bir kısmı bizim tarafa geçti. Bunlar bize Türklerin iri dolu yağdıracaklarını söylediler. Bizde onlara: “sizin kalbinizden küfür hala çıkıp gitmemiştir, böyle işleri hiç bir insan yapamaz” dedik. Onlar: “Biz haber veriyoruz, sizi ikaz ediyoruz, onların tayin ettikleri vakit yarın sabahtır ama siz daha iyi bilirsiniz.” dediler. Sabah oldu. Korkunç bulutlar bizim üzerimizi kapladı. Herkes korktu. Müthiş dolu yağdı.
Kaşgarlı Mahmut ise şu deneyiminden bahsetmiştir:
“Özel bir taş olan Yat (Yada) ile rüzgar ve yağmur celbedilir. Bu iş Türkler arasında çok yaygın olup buna, Yagma boyu içerisinde bizzat tanık oldum. Orada bu işlem, bir yangını söndürmek için yapıldı. Tanrı'nın izni ile kar düştü ve yangın söndü.
Yada taşının kökeni ile ilgili birçok görüş vardır. Kimi ezoterik araştırmacı bu taşın Atlantis’ten geldiğine inanmaktadır. Bazıları ise “gökteki atalardan gelen taş” tasvirinden dolayı Yada taşının, uzaylılar tarafından Türk’lere aktarıldığını düşünmektedir. Bunun dışında bazı İslami efsanelerde, Nuh peygamber üzerinde İsmi Azam’ın yazılı olduğu taşı oğluna verdiği ve oradan Türklere kadar ulaştığını söylemektedir. Bazı gelenekler ise bunu kurdun belli bölgesinden çıkarılan bir taş olduğuna inanmaktadır.
Fuat Köprülü, Mahmut B. Mansur un eserine dayanarak, yağmur taşı için şu tasviri kullanmıştır:
Kolayca ufalanabilir, büyük bir kuş yumurtası kadar olup 3 türlüdür: Kırmızı beneklerle dolu beyaz toz renginde, beyaz temiz ve koyu kırmızı, yahut muhtelif renklerde. Şekli hakkında muhtelif fikirler vardır.
Bu yazılardan anladığımız kadarıyla taşın şekli nasıl olursa olsun ilginç bir şekilde Türklerle alakalıdır ve taşı herkesin kullanması mümkün değildir. Bu taşı kullanmak büyük yetenek ve sorumluluk gerektirir ve ancak Yadacı denilen kişiler tarafından kullanılabilmektedir. Ne kadar yağmur yağdırılacağı, havanın nasıl düzelteceği ve dengenin nasıl sağlanacağı tamamen Yadacının maharetine kalmıştır.
Peki Yada taşı nasıl kullanılıyordu? Taşla ilgili birçok teori olduğu gibi kullanımıyla da ilgili birçok görüş söz konusudur. Kurban verilip, kurban kanının sürüldüğü söylendiği gibi bazı görüşlere göre Yadacı, iki adet Yada taşını bir kaba doldurur suya batırarak birbirine sürter, sonra kaptan avuçla aldığı suyu etrafa serper, bir yandan da dualar okuyup Tanrıya yalvarırdı. Bu böyle aralıksız yedi defa tekrarlanırdı. Bazen de taş havada asılı tutulur ve asılı kaldığı sürece yağmur yağardı. Hangi yöntemin kullanıldığı bir sırdır ama şurası kesin ki, yöntemlerin hepsi aslında enerjilerin dönüşümüyle alakalıdır.
Su dolu kaba taşı koymak (su elementi) benzer benzeri meydana getirir yasası gereği yağmuru çekmek, suyu içerisinde birbirine sürttürmek (şimşekler, ateş elementi) yine aynı yasayla yağmurun unsurlarını tamamlamak ve suyu etrafa serpmek ise bu enerjisel yaratımı serbest bırakmak anlamına gelmektedir. Böylece Yadacının aslında yağmuru betimleyip, bu enerjiyi evrene saldığını varsayabiliriz. Benzer olay benzer olayı meydana getirir yasasıyla da bu tasviri yapılan yağmur, meydana gelmektedir. Bu noktada acaba Yada taşının sırrı Yadacıda olabilir mi? Belki de bütün bu olayların enerji merkezi Yadacıdır ve Yada taşı sadece bir “katalizör” olabilir.
Görücüler
Görücüler genellikle doğuştan bu yeteneğe sahip olmakla beraber, bir ocaklı olarak da bu yetiye sahip olmuş olabilirler. Görücülere de genellikle halk dilinde “ana” denir ve bilgeliğine saygı duyulur. İnsanların çevrelerindeki auraları görebildikleri gibi durugörü yetenekleri aşırı gelişmiştir ve sürekli olarak rüyalarında geleceğe dair önemli şeyleri görürler. Bunların yanı sıra “insanları okuyabilirler” yani insanlara bakarak onları detaylıca teşhis edip, sorunlarını açığa çıkartabilirler.
Anadolu kültüründe doğuştan gelen görücüler genellikle fal yöntemlerini kullanmazlar. Çünkü herhangi bir araca ihtiyaçları yoktur. Köyün bilge kadını konumundadırlar ve bir sorun olduğunda herkes öncelikle “ana”ya uğrar. Genelde ana, hissettikleri ve gördükleriyle tavsiyeler verir ve işin çözülmesini sağlarlar. Kaynakları doğrudan ilhamdan gelmektedir.
Analar gibi, bazı yörelerde kaderi okuyan dedelerden bahsedilir. Bunlar büyük bir kitaptan insanların kaderlerini okuyabilen, kimin nerde olduğunu, neler sakladığını, hazinelerin nerelerde saklandığını bilen insanlardır. Bazıları remil ve yıldızname gibi yöntemlerle görmektedirler.
Dedeler ve Erenler
Dede, deyimi daha çok alevi kültüründe geçen bir deyimdir. Alevi geleneğinde insan’ı-kamil seviyesine ulaşmış, bilge insanlardır. Tasavvufta ve ilimlerde derinleşmiş kişilerdir. Dedelerde, nesilden nesile bir aktarım ile ilimlerini öğretirler. Bu yüzden dede torunları ancak diğer dedelerin torunlarıyla evlenebilirler. Ardından içlerindeki yetenekli kişi dede tarafından eğitilir. Farklı kerametlere sahip olan dedeler, bu geleneği sembolik hikâyelerle aktarırlar ve kapalı bir kültür içerisinde geleneği devam ettirirler. Soylarının 12 imama dayandığına inanılmaktadır.
Erenler ve ermişler ise tasavvuf ehli insanlardır ve dedeler gibidirler. Farklı olarak, kendi yollarını tasavvufi kademeler ile öğretim yoluyla aktarılırlar. Herhangi bir nesilsel aktarıma gerek yoktur sadece bazı dervişlerin yolunda icazet kavramı vardır. İcazet, tasavvufta yetki vermek anlamına gelmektedir.
Burada bazı Anadolu mistiklerine değindik. Birçok kültürü, sırrı ve öğretiyi bünyesinde bulunduran Anadolu topraklarında, bu sınırların dışında, belki de bizim bilmediğimiz nice mistikler, nice bilgeler vardır. Hiçbir zaman bilgi yok olmaz, sadece hatırlanmak üzere unutulur. İşte bu hatırlama sürecinde, Anadolu, tüm bilgeliğini nesilden nesile aktarmakta ve sırlarını, efsunlarını, en derin ilimlerini, kalbi geniş, ruhu aydınlık insanlara fısıldamaktadır. İşte bu yüzden, bu topraklarda doğduğumuz için şanslıyız. Bu toprağın bilincine doğmak, bereketli bir toprağa tohum ekmeye benzer. Tohumun filizlenmesi bereketli toprakta nasıl daha kolay oluyorsa, ruhların ve zihinlerinde filizlenmesi bir o kadar kolaydır bu mistik topraklarda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder