
Hayat birçok alternatif yolları olan tuhaf bir yolculuktur. Tam olarak açıklanamayan bir tiyatro sahnesi sanki.... Hayatı yazılmış bir senaryo üzerinden doğaçlama oynanan bir oyun olarak tasvir etmek çokta yanlış olmaz. Hepimiz çıkarız sahneye, ağlamamız gereken yerde ağlarız, gülmemiz gereken yerde güleriz. Bazen yalnızlık çekmemiz gerekir hayatın küçük nüanslarını yakalamak için. En önemlisi de rolün kötüsü, gereksizi ve basiti yoktur. Hepsi önemlidir. Öyleyse bizim rolümüz ne? Belki de bu sormamız gereken yegâne soru.
Hepimiz hayatın akışında birçok şeyi fark etmeden ilerliyoruz. Birçoğumuz yalnızlık yaşıyoruz içimizde. Bu yalnızlığı bastırmak için kimimiz sürekli hareket halinde oluyoruz, kimimiz işe kariyere veriyoruz kendimizi, kimimiz de varoşlarda ki meyhanelere… Ama ne yaparsak yapalım bir türlü eksilmiyor bu duygu. Susturamıyoruz, kendimize itiraf edemiyoruz, düşünürsek sıkılıyoruz ve en önemlisi korkuyoruz içimize danışmaktan. Peki, yalnız mıyız bu kadar? Hayır.
Hayatın akışında devam ederken bir an sıyrıldım dünyadan. Bir yalnızlık ürpertisi sardı tüm benliğimi. Etrafıma baktım. Herkes koşuşturma içerisinde, herkes yorgun, herkesin yüzünde bir umutsuzluk. Bağırmak istedim, haykırıp sarsmak istedim. Cesaret edemedim. “O kadar basit değil. Hepimizin rolleri var bu dünyada. Hepimiz beraber çalışıyoruz. Yalnız değiliz!” demek istedim ama kimseye “hatırlattıramadım” kendimi. Sesimi duyuramayacağımı anlayınca içime döndüm bir an. Ne çok şey birikmiş içimde, onu fark ettim. Çıkarmak istedim, kusmak istedim ne varsa içimde olan, yapamadım. Boğazım düğümlendi. Ve yine bir yalnızlık ürpertisi aldı vücudumu. Gözyaşı birikti o anda yüreğime. Ağlamak istedim, ne varsa yüreğimde biriken, hepsini ağlayarak dökmek istedim. Yapamadım. Sisler arasında yolumu kestirmeye çalıştım, göremedim, ayırt edemedim. Bir sıkıntı aldı başını, yayıldı her bir zerreme, öldürücü bir virüs gibi. Bir kişinin sıkıntısı da değildi, insanlığın sıkıntısıydı adeta. Silkelenmek ve kendime gelmek istedim, kaldıramadım omuzlarımı. Ne ara bu kadar ağırlık çökmüştü? Ne ara omuzlarıma yük binmişti, ne ara büyümüştüm, ne ara hayat değişmişti, ne ara arkadaşlarım gitmişti, ne zaman? Çok hızlı akıyor gibi geldi zaman o an. Durdurmak istedim, yapamadım. İnadına hızlandı sanki benle yarışır gibi. O hızlandıkça ben yoruldum. Dayanmak istedim bir ağaca, tekrardan tohum oldu sanki tüm ağaçlar. Oturmak istedim kaldırımlara, toprak istemedi. Daha değil dediler. Henüz değil…
Kendimden geçmiş, karanlığa batmış gibi hissediyordum. Bir ışık arıyordum, tek bir el göremiyordum. Fırıncıya uğradım. Evdekilere ekmek almak istedim. Bir poşet ekmek aldım. Bir dilim yemek istedim ekmekten, Dünya’nın bu hediyesini sindirmek istedim, boğazımdan geçmedi. Doymuştum daha düşünmeden. Ayaklarım kendi başlarına yürür olmuşlardı. Havada tuhaf bir sessizlik vardı adeta. Hepsi sus pus olmuş gözetliyorlardı, nerede bitecek bu rolün sonu diye. Çıkacak mı kuyulardan, kuytulardan, karanlıklardan diye.

Uzatılan bir ele, sıcacık küçük bir gülümsemeye bağlıdır bazen yaşamlar. Bir kişiye gülmekle onu hayata bağlayabiliriz, bizim için çokta zor olmayan bir yardım eliyle ışığı gösterebiliriz. Vereceğimiz tek bir selam, tek bir tebessüm yalnızlığı alıp götüren basit şeylerdir aslında hayatımızda. Rollerimiz de yalnızlıkta olmalı bazen. Yoksa hayatın küçük nüanslarını nasıl fark edebiliriz? Nasıl bir küçüğün yüreğini, bir annenin şefkatini, bir babanın koruyuculuğunu, bir teyzenin tatlı sözlerini fark edebiliriz. Mutluluk, aşk, hayatın anlamı sanki ayrıntılar arasında saklanmışlar gibi. Büyük beklentilerde değil küçük içten hareketlerde saklı her biri.
Korkuyor muyuz yoksa yüreğimizi başkasıyla paylaşmaktan. Korkuyor muyuz, tepki almaktan. Hala korkuyor muyuz yalnızlıktan? O anda ağaçlar yine büyüdü sanki, her şeyi izlemeyi bıraktı. Toprak bereketlendi ve rüzgar esti güçlüce. Eserken hafifçe kulağıma fısıldadı kimseye çaktırmadan “Yalnız değiliz!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder