Yazar: Efe Elmas
Ölüyoruz… Günden güne bir yaprağın solması misali soluyoruz yavaşça. Zaman aktıkça daha da bir çekilmez oluyor anlar. Bunalıyoruz, sıkılıyoruz, ne yapacağımızı şaşırıyoruz.
Tuhaf duygular içinde buluyoruz kendimizi; aynı anda hem heyecan hem endişe hem mutsuzluk hem huzursuzluk hem dinginlik hem de sevgi hissediyoruz içimizde. Duyguların kaosunda boğuluyoruz bu yüzden bazen. Kimimiz bunu geçiştiriyor, kimimiz de kendini sessizliğe bırakıyor. Kimisi bu yolda sessizlik içinde, güçlü fırtınaların hoş esintilere, dalgalı denizin, dinginliğe dönüşmesini bekliyor. Her nasıl hissedersek hissedelim, bir tarafımız diyor ki; bu ölümün ve yeniden doğumun öyküsü. Bu dönüşümün farkındalığı ve bu hepimizin yaşadığı bir dönemin, başlangıçların habercisi.
Bu öykü bende tuhaf bir süreç ile gelişti. Birkaç hafta öncesinde içsel sıkıntılar başladı. Sıkılmak için sebep olmamasına rağmen belli ki sıkan bir şeyler vardı. Ne olacağını nasıl anlam çıkaracağımı bilemedim. Geçecekti elbet ama nasıl geçecekti, neler olacaktı hiçbir fikrim yoktu. Eş zamanlı olarak anneannemin hastalığı söz konusu oldu. Düşündüm; sanki benim içsel sıkıntım, anneannemin hastalığının fiziksel tezahürüydü, yine de anlamlandıramadım. Anneannem, sonu ışıkta bitecek bir sürece girmişti. Fıtık ameliyatından sonra iyi hissetmemeye başlamıştı, yapılan tetkikler sonucunda akciğerlerin iflas etmiş olduğunu ve kanserin tüm akciğerlere ve kemiklere yayıldığının, tedavinin başarılı bir sonuç vermeyeceği bir safhada olduğunu öğrenmiştik. Çok dinç olan bu kadın, bir anda kendini hızlı bir şekilde ölümde doğru giden bir süreçte bulmuştu kendini. Ona bu hastalığın seyrinden söz etmedik. Zatürree olduğunu söyleyip, yavaş yavaş iyileşeceğinden bahsettik. Önce hastalığın geçeceğini kabullendi, iyileşeceğim dedi. O iyileşeceğim diye direnirken, doktorlarda bize acısız bir şekilde vefat etmesi için dua etmemiz gerektiğinden bahsettiler. Hastalığın hızla yayıldığını, kemiklere sıçradığını eğer yayılmaya devam ederse ağrıların çok artacağını ve önce ağızdan kan geleceğini daha sonra da nefes alamayarak, belki de boğularak öleceğini anlattılar. Tam anlamıyla yıkıldık. Bu denli iyi bir varlığın bu denli bir acı çekmesi hüzün verdi bize.
Anneannem, çok iyi kalpli ve sessiz bir kadındı. Kimseyi üzmek istemez, üzdüğünü hissederse de hemen gönlünü alırdı. Çocukları çok sever, onları dinlerdi. Açıkçası hayatımda bu kadar çalışkan ve hareketli bir yaşlı görmediğime eminim, o denli hareketliydi. Bazen oturur sohbet ederdik. Pek konuşmayı sevmezdi ama konuştuğunda söylediği şeyler her daim kayda değer şeyler olurdu. Bir gün 70 yaşına kadar çalıştığından bahsetmişti. “Efe, biz zorluklar içinde büyüdük. Sürekli çalıştık. Evlere temizliğe bile gittiğim zamanlar oldu, zaman zaman da yaşlı bir komşumun çamaşırlarını yıkardım, ne iş bulduysam alınmadan gücenmeden yapardım. Bazen çamaşır yıkamaktan, çitelemekten ellerim deri atardı, durmazdım. Ama mutluyduk, azla yetinmeyi doymayı bilirdik. Şimdi bakıyorum da herkes çok doyumsuz ve bir o kadar mutsuz. Yetinmeyi bilmiyorlar.” Diye anlatırdı. Onla öğrenmiştik azla yetinip, doymayı. Daha fazlasını isteyerek ruhumuza işkence etmemeyi onla öğrenmiştik. Kimseye kötü söz söylemezdi, Kuran’ını sabahlara kadar okur, duasını eder, herkesin sırtını sıvazlardı. Dedikodudan, eşitsizlikten ve doyumsuzluktan haz etmezdi. Herkesin hakkını kendi elleriyle sayar verirdi, bunu yemek yaparken dahi uygulardı. Sessizliği ve dinginliğiyle hayatı izlemeyi severdi. Yeri geldiğinde konuşur zaten onlar dışında ki tüm sözleri iyi niyet içeren dualar olurdu.
82 yaşına kadar çok dinç bir kadındı. Her sabah yürüyüş yapardı, zayıftı, az beslenirdi. Bu kanser vücudunu sararken bir kere bile oturduğuna şahit olmamışımdır. Hastalık en çok bu yüzden koydu ona. Bakıcı tutmamızı dahi istemedi başkalarına yük olmamak için, “Ben yapamam, genç o, bir şey isteyemem” derdi.
Zaman geçtikçe durumu daha vahim hale geldi. Ölümü kabullenmek istemiyordu, iyileşme umudu vardı. Bundan önce sağlıklı olduğu bir dönem, ölümden bahsetmeye başlamıştı. Hepimizi korkutmuştu ama ölüm kapısını çalmamıştı. Şimdi ki süreçte ise hızla ölüme doğru sürüklenirken, iyileşmek için direniyordu. O zaman şöyle bir düşünce geçti içimden “Sağlıklıyken öleceğim diyordu, şimdi ölmek üzere ama yaşamak ve sağlıklı olmak istiyor.” Bir yandan da onun acısını, hüznünü içimizde hissediyorduk. Sanki onla beraber bizde ölüyorduk. İçsel sıkıntılarım, hastalığın artışıyla arttı. Sıkıntımın nedenini anlamıyordum, daha nedeninin farkına varamamıştım.
Hafif yağmurlu bir günde uzun zamandır elime almadığım bir kitap gözüme çarptı. Yavaşça aldım, kaldığım yerden bir cümle okudum; “Dışımızda var olan her şey içimizdekinin yansımasıdır.” Kitabı kapadım, gözlerimi kapattım. Cümleyi yineledim. O an farkına vardım, o an fark ettim. Hızlı bir şekilde tüm süreç gözümün önünden geçti. Olayları hızlı bir şekilde bağlamaya başladım, ne olduğunu, ne bittiğini, sıkıntıları, dönemi, anneannemi, hastalığı hepsinin anlamı şimşek gibi çaktı zihnimde. Ölümler, hastalıklar, doğumlar, kabullenemeyişler, sıkıntılar… Hepsi anlamlandı. Bir yandan anneannemin ölümü, hastalığı benim yaşlı yönümü simgeliyordu, eski düşüncelerimi, yaşlı yüzümü, geçmişimi anlatıyordu. Yeni doğmuş kuzenimin bebeği ise benim genç, eskiyi sindirmiş ve yeniye atılmış güçlü yeni kanı sembolize ediyordu. Bu doğum-ölüm süreci benim ve çevremdekilerin ruhsal dönüşümüydü. Ölüyorduk anneannemle beraber ve yeni bebek “Ayaz Efe” ile doğuyorduk yeniden. İşte o an düşüncelerim geldi aklıma “Yaşarken öleceğim diyordu, şimdi ölmek üzere ama yaşamak istiyor.” Anladım ki bu cümle, hepimizi kapsıyordu. Aslında bu cümleyi anneanneme değil, bizzat kendime söylemiştim. Sorun buradaydı; değişime direnme, kabullenememe ile alakalıydı sıkıntılar. Ölüyordum ve bu ölüme direniyordum, hâlbuki ölmeli ve yeni bir doğumla farklı biri olarak yeniden doğmalıydım.
O süreçte olan tüm hastalıklar; annemin bronşiti, yengemin düşüp belini incitmesi, anneannemin hastalığı, kuzenimin kâbusları ve endişeleri, ev arkadaşlarımın sıkıntıları, hepsi iç dünyamın (iç dünyamızın) bir parçasıydı. Hepsinin bende bir yansıması vardı.
Bu sürecin farkına varmam ile anneannemin kendini daha iyi hissettiği bir döneme girmesi aynı zamanı kapsadı. Haliyle hem kendim için hem anneannem için etmem gereken niyeti ettim “Farkındayım ve ölmeye, beraberinde doğmaya hazırım, hazırız.”
Ardından süreç çok hızla gelişti. Rüyalarım değişti. Bir anda İsmail hocadan (İsmail Bülbül) bir mail geldi. Reiki ile ilgili bir daveti vardı ve seve seve kabul ettim. Cuma akşamından yola çıkıp, cumartesi oradaydık. Tasavvufla ilgili, Reiki ve geçiş ile ilgili sohbet ettik, ruhumuzu doyurduk. Bu nurlu, ışık dolu, mütevazı insandan tekrar inisiyasyon aldım. Tabiri caizse yenilendim, aynı bir ölüm ile yeniden doğuş sürecinin yansımasıydı. Bu dönüşümün bir bir parçasıydı aslında. Yine akşama yola çıkıp pazar sabahı İzmir’e vardık ve Anneanneme ziyarete gittik. Anneler gününü kutlamak istedik ama anladık ki o hakiki yolculuğuna hazırlanıyordu.
Hüzün içerisinde pazartesi günü defnettik, aynı gün kuzenimin küçük bebeği ışık dolu gülüşüyle geldi. İçimiz aydınlandı. O bize gülümsedikçe, biz yeniden doğduğumuzu hissettik. Üç gün içinde sıkıntılı süreç sona ermiş, ölümümüz ve doğumumuz gerçekleşmişti. Yenilenmiştik.
Bu, bir farkındalığın öyküsü aslında. İçsel ve dışsal dünyanın birbiri arasında ki bağın öyküsüydü. Bu, benle beraber aynı süreci yaşayan birçok insanın öyküsü ve ölüm ile doğum sembolizmasının ruhsal yansımasıydı. O yüzden günden güne ölüyoruz bazen ve öldükçe doğuyoruz yavaşça. Ölümün ve doğumun dönüşümü içinde ki sıkıntı bizi rahatsız etse de, her zaman Mevlana’nın dediği gibi daha iyiye doğuyoruz. Her ölüm süreci sonunda yeni doğumda biraz daha tekâmül etmiş oluyoruz. Sevgili İsmail Bülbül’ün Mevlana’dan alıntı yaparak süreci bize hatırlattığı gibi;
“Maden idim, bitki oldum;
Bitki idim, hayvan oldum;
Hayvan idim, insan oldum;
İnsanım ölüyorum,
Her seferinde daha iyiye doğdum
Öyleyse ölmekten niye korkayım”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder